- 8.04.2011 00:00
Bundan tam 2 ay önce (8 Şubat 2008) bu sayfada, Mısır'daki Tahrir direnişinin bizim Kürtlerimiz üzerindeki muhtemel etkilerine ve gazeteciliğimizin, “elin gözündeki çöpü gören, fakat kendi gözündeki merteği fark etmeyen” hallerine dair bir yazı yazmıştım. Bugün, “Patlama ânı gazeteciliği ve Diyarbakır ‘Tahrir’i” başlıklı o yazıyı, küçük bir bölümü hariç olmak kaydıyla tekrar yayımlıyorum... Buna neden gerek gördüğümü, konuya ilişkin medyamızın bugünkü “şaşkın” haline bakıp anlayabilirsiniz...
Son zamanlarda, süreçleri izlemeyip, süreç işbâ noktasına varıp da patladığında şaşkınlıklar içinde kalan “patlama ânı gazeteciliği” üzerine çok yazı yazdım.
Mısır’daki “Tahrir Meydanı” direnişinin anlamını, çapını ve bundan sonraki haklı direnişlere verdiği ilhamı anlayamadığı takdirde, bu direnişin Türkiye’deki “patlama ânı gazeteciliği”nin başında patlayacağı çok açık. Görünen köy kılavuz istemez, fakat medya, Tahrir direnişinin Kürtlere nasıl bir ilham verdiğini yine de görmeyebilir, görmek istemeyebilir (karanlıkta ıslık çalma gazeteciliği) ve Diyarbakır “Tahrir”i patladığında yine şaşırabilir.
Gazetecilik sadece “olanı görme” mesleği değildir, aynı zamanda oluşmakta olanı öngörmeye çalışma mesleğidir. Bizim gazeteciliğimiz ise, malum, sık sık bu iki asli görevinden sapar ve bizzat kendisi bir şeyleri “oldurmaya” çalışır.
Bu yazının konusu, Tahrir direnişinin Türkiye’ye muhtemel etkileri ve bu çerçevede “oluşmakta olanı öngörmeye çalışma mesleği” olarak gazetecilik... Bugün, Tahrir direnişinin, Türkiye Kürtlerinin mücadele pratiklerinde yaratabileceği köklü değişiklikler üzerinde hiç vakit geçirmeden düşünmeye başlamadığı takdirde, gazeteciliğimizi çok şaşırtacak muhtemel patlamalar üzerinde duracağım.
Yeni “Tahrir”lerde hiçbir hükümet şiddet kullanamaz!
Benim bugüne kadar izlediğim kadarıyla, meslektaşlarımız sürekli olarak Mısır’daki Tahrir direnişinin öteki Arap ülkelerine muhtemel etkisi üzerinde duruyorlar da, burunlarının dibindeki, üstelik de Türkiye’nin en önemli meselesi olduğunu kabul ettikleri Kürt meselesi üzerindeki etkisi üzerinde hiç durmuyorlar.
Oysa Mısır’daki direnişin, bilhassa da onun özgün pratiğinin (bir meydanda toplanmak, asla şiddete başvurmamak ve talep yerine getirilene kadar sabırla beklemek) evrensel ölçülerde rağbet göreceği, bu arada Türkiye Kürtlerinin hak mücadelesinin bu aşamasında onların eline baş edilemez bir araç sunacağı o kadar açık ki...
Unutmayın, Mısır gibi bir diktatörlük bile, “Tahrir Meydanı’nda toplanan kalabalığa karşı kesinlikle şiddet kullanılmayacaktır” sözünü vermek durumunda kaldı.
Bu, bundan böyle hiçbir ülkede, bir meydanda toplanan ve şiddetten kesinlikle uzak duran kalabalık halk hareketlerine karşı şiddet kullanılamayacağı anlamına gelir. Kullanan, dünyanın gözünde Mübarek’in bulunduğu yerden bile aşağılarda bir yerlerde pozisyon almak zorunda kalacaktır. (Aslında buradan şahane bir ulusalcı komplo teorisi çıkar: “Bunu Amerika istedi, çünkü asıl niyet benzerini Diyarbakır’da yapmak ve Türkiye’nin elini kolunu bağlamak!”)
Böyle bir imkânı, silahlı mücadelesinin meşruiyeti giderek azalan bir siyasi örgütün değerlendirmemesi mümkün mü? Sözünü ettiğim süreç işte budur ve bu süreç başlamıştır.
“Diyarbakır’daki halk Mısır’daki gibi...”
Şu sözler, Abdullah Öcalan’a ait:
“Örneğin Diyarbakır’da halk, Mısır’daki gibi günlerce sokaklardan ayrılmazsa, taleplerini dile getirirse, işte o zaman barış gelir, bakın bakalım o zaman AKP kalır mı kalmaz mı, işte o zaman Erdoğan’ın kendisi bu sorunun çözümünü talep edecektir. Ayrıca Diyarbakır’da milyonlarca kişiyi biraraya toplayacak güçleri de vardır. Bu yöntem de bir özsavunmadır. Ben burada tahrikçilik yapmıyorum. Kürt sorununun demokratik-barışçıl çözümünün yollarını arıyorum.”
Öcalan, sürecin başladığını kimsenin gözlerini kaçıramayacağı biçimde bu kadar açık bir şekilde ifade etmeseydi; keza PKK’dan ve Kürt siyasetinin legal temsilcilerinden bu yönde hiçbir açıklama gelmeseydi ne olurdu acaba? Süreç yine başlamış olurdu ama karanlıkta ıslık çalma gazeteciliğimiz sanki Mısır’da hiçbir şey yaşanmamış gibi; sanki Tahrir’in Diyarbakır’ı etkilememesi mümkünmüş gibi davranır, gözlerini muhtemel gelişmelere kapatırdı. Ne zamana kadar? Süreç patlayıp da kadınlı erkekli on binlerce insanın “pasif” direnişe geçtiği günlere kadar...
Öcalan’ın çıkışı basınımızın her iki kanadında da belirgin bir asabiyet yaratmış görünüyor... Haber, genellikle “Öcalan’ın tehdidi”, “Öcalan’ın oyunu” gibi başlıklarla sunulmuş. Bu ilk işaret fişeklerine bakarak, medyamızın muhtemel bir “Diyarbakır Tahrir’i” karşısında nasıl bir tavır alacağına dair tahminlerde bulunabiliriz...
Benim anladığım kadarıyla durum şöyle görünüyor: Öcalan’ın çıkışıyla birlikte, Mısır’da olup bitenlerin Kürt siyasi hareketine de ilham vereceğine, belki bu mücadelenin pratiğinde temel bir karakter değişikliğine yol açacağına dair düşüncelerin halı altına süpürülmesi imkânı kalmadı. “Böyle bir ihtimal var ama biz sanki yokmuş gibi davranırsak tehlikeyi savuşturabiliriz”ci uyanık gazetecilik mümkün olmadığına göre bundan sonra ne olacak?
Bana öyle geliyor ki, basınımızın her iki kanadı “Öcalan’ın tehdidi”, “Öcalan’ın oyunu” haberciliğini mecburen bir süre daha sürdürdükten sonra meseleyi yine sündürecek ve sonra da unutulmaya terk edecek.
Bağırıp çağırmayı, yürek soğutmayı, ağza biber sürmeyi gazetecilik sanıyoruz. Oysa iyi gazetecilik, yarından tezi yok başta Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu’nun en fazla siyasileşmiş kentlerinde tur atmaya başlamayı gerektirir... Kahvelerde ne konuşuluyor? Etkili sivil toplum örgütleri ne düşünüyor? Ve başka bir sürü soru... Esaslı bir gazetecilik; öyle ki sonunda “Diyarbakır Tahrir’i”nin imkânları ve engelleri konusunda esaslı bir fikrimiz olsun.
NOT. Diyarbakır “Tahrir”i sadece medyayı değil, siyaseti de paralize etti. Salı günü bu noktadan devam edeceğim.
************
Genelkurmay, kanun karşısında daha mı 'eşit'
Genelkurmay'ın “yargıya muhtıra”sının, bu ülkenin demokratlarının Ergenekon davasında tutturdukları destek-eleştiri dengesinin “eleştiri”den yana bozulduğu bir döneme denk gelmesi manidar mı? Ben, bu soruyu “evet” diye cevaplıyorum.
Öyle de olsa, eleştiri haklıysa (ki bence haklı), davanın selameti için sürdürülmelidir. Fakat Genelkurmay bunu bir “zaaf” olarak belliyor ve böylece bir boşluk doğduğunu düşünüyorsa, yanılıyor.
“Yargıya muhtıra”ya gelince... Mesele açık, bu ülkenin Anayasası, yürümekte olan bir dava üzerinde hiçbir kişi ve kurumun “telkin ve tavsiyede bulunamayacağını, emir ve talimat veremeyeceğini” söylüyor. Yasalarda, bunların olması durumunda savcıların ne yapması gerektiği de açıkça yazıyor: Derhal soruşturma...
Bu ülkede savcıların, “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” cümlesinden kalkıp nerelere vardıklarını en iyi bu ülkenin gazetecileri bilir. Bu “cürüm” nedeniyle yüzlerce gazeteci hakkında binlerce dava açılmış durumda.
Daha korkuncu da var: Hrant Dink, kendisini ölüme götüren davada yargılanırken kaleme aldığı bir “kendini savunma” yazısı nedeniyle bu “cürüm”ü işlemiş sayıldı ve hakkında ikinci bir dava dava açıldı. Katledildiğinde, dava sürüyordu...
Bakalım şimdi kaç savcı harekete geçip soruşturma açacak?
Geçen Mart ayında yaşadığımız benzer hadiseyi ölçü alırsak, böyle bir şeyin olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Hatırlayalım, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Ergenekon'un Erzincan ayağı ile ilgili iddianamede kendisine ağır suçlamalar yöneltilen Orgeneral Saldıray Berk'i savunmuş, “İddianameyi inceledik, iddiaların hiçbiri doğru değil” demişti, diyebilmişti.
Tabii bir de işin “siyasi irade” tarafı var... O da bilsin ki, Saldıray Berk olayında alınan tavır tekrar edilirse, yeni “yargıya muhtıra”lar yolda demektir.
Şu mesele artık aydınlığa kavuşturulmalıdır: Lafta söylendiği gibi, kanun karşısında suç işleyen herkes eşit midir, yoksa bazıları daha mı eşittir?
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap