- 13.08.2012 00:00
Bizim siyasette ters giden bir şeyler var! Kendilerini tarif ettikleri yer bakımından halkla daha iyi ilişki kurması beklenenler çoğunlukla halkı küçümseyen elitsi bir tutum takınıyorlar, halktan kopuk olması beklenenler ise halkla daha yakın bir ilişki içine girebiliyorlar.
Türkiye’de CHP ve onun etki alanında gelişen solculuk devletçi ve milliyetçi gelenek içinden çıktı, dinle arasına hep mesafe koydu. Sağ ise daha çok, Osmanlı’dan bu yana süregelen muhalefetin dini içerik ile ortaya çıkma geleneğine yaslandı, dini içeriğe dayanarak ayakta durdu; aynı zamanda da dış müdahaleye açık bir kapitalistleşme çizgisi izledi.
Sovyetler Birliği’nin, Lenin’in “kapitalist olmayan yol” ile sosyalizme ulaşma formülüne sahip çıkıp üçüncü dünya ülkelerine devrim ihraç etmeye çalışmasıyla Türkiye’de Cumhuriyeti kuranların henüz kapitalistleşmemiş bir alt yapı üzerinde etnik kültür temelinde ulus kurma çabası aynı döneme denk geldi. 1950’lerden itibaren Türkiye devletçilikten uzaklaşıp kapitalist sistem içinde giderek yerini alırken, ileride kendisini “sol” olarak takdim edecek CHP de süreç üzerindeki kontrolünü, içinden çıkan ve dış müdahaleye açık liberal ve dinci geleneğe adım adım devretti. Sağ ise içinden çıktığı ideolojik yapı ile giderek farklılaşmasına rağmen sistem üzerindeki kontrolü hemen ele alamadı; giderek zayıflasa da sistem üzerindeki askeri vesayetin 2000’li yıllara kadar sürmesini, sineye çekmek zorunda kaldı.
Lonca, tarikat gibi örgütlenmeler, Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren bir yandan halkın yaygın eğitim ihtiyacını karşılayan, halkın duygu ve düşünlerini temsil eden; bir yandan da sistemdeki hoşnutsuzluğun dini içerik içinde örgütlendiği yapılar oldu. Bu yüzden İttihat ve Terakki geleneğinden gelen Cumhuriyet kurucuları medrese, tekke, zaviye ve tarikatları kapatmakla aynı zamanda halkın muhalefet etme kanallarını da bir biçimde ortadan kaldırmış oldular. Yerlerine milliyetçi-elitsi ideolojiye bağlanmış “ iyi vatandaşı” yetiştirmek için modern eğitimi araç olarak kullandılar, “halk evlerini” kurdular.
Fakat “halk evleri” aracılığı ile sisteme uyum sağlayan “vatandaşlar” sonuçta kentlerde yaşayan, devlet sektöründe istihdam edilen insanlardı. Kırsal kesimde bu amacı gerçekleştirecek liderler yetiştirmek için de 1940’lardan itibaren Köy Enstitüleri kurulmaya başlandı. Ancak Köy Enstitüleri’nden yetişen öğretmenlerin gözü tam tersi hep kentlerde oldu, en kısa zamanda kentlere kapağı atmaya baktılar. CHP pratiğinin 1960’lardan itibaren “Kemalizm” olarak ideolojileştirilmesinde de, bu anlayışın giderek “sol” ile ilişkilendirilmesinde de Köy Enstitülerinden mezun olan on yedi binin üzerinde köy öğretmenin önemli payı vardır. Çünkü bu öğretmenler, Sovyetler Birliği’nde sürdürülen Politeknik Eğitim (kuramın eğitim yoluyla hayata geçirilmesi) anlayışına benzer bir anlayışla çevrelerinde lider olacak şekilde yetiştiriliyorlardı.
Daha çok kırsal kesimde ve çevrede yaşayan sistemden hoşnut olmayan, dini içerikle bir araya gelmeye, sorunlarını dini içerik içinde çözmeye alışmış insanlar ise çok partili sisteme geçilince buldukları ilk fırsatta dini içeriği kullanan yeni partilerde örgütlendiler, bu partilere sahip çıktılar. DP, AP, ANAP, AKP çizgisi ( AKP’ye geçişte hülle parti rolü oynayan NP,MSP,FP gibi partileri de anmak gerekir) aslında yavaş yavaş orijinden (CHP çizgisinden) “öze dönüşün” kendine özgü bir yolculuğuydu. Bu yolculuğun sonunda artık askeri vesayetten paçasını kurtararak ipleri elinde toplayacak, kendi iktidarını kuracak nur topu gibi bir sağ partimiz (AKP) olacaktı.
Bütün bu sağ partiler kapitalistleşme süreci içinde gelişen burjuva sınıfının giderek daha bağımsız bir rol üstlenme arayışı içinde güçlenip, askeri vesayete karşı liberal demokrasi arayışını sürdürürken; kendini “sol” diye takdim eden CHP’yi muhafazakârlığa itiyorlardı aslında. Tıpkı Batı’da burjuva partilerinin feodal yapı içinde aristokrasinin siyasi iktidarını zayıflatırken üstlendikleri rol de olduğu gibi, bu partilerin süreçte görece “ilerici” bir misyon yüklendikleri bile söylenebilir. Türkiye’nin ilk sivil toplum kuramcılarından olan İdris Küçükömer siyasal yaşamımızdaki bu çarpıklığı; “bizdeki sol aslında sağ, sağ ise soldur” biçiminde özetlenebilecek tespitle yıllar öncesinden görmüştü.
Batı’da bilindiği gibi muhafazakâr sağ partiler burjuva “elit”in çıkarlarını, düşüncelerini ve estetik duygularını temsil ederler; sol partiler ise hep işçi ve emekçilerin talepleri doğrultusunda sisteme müdahale etmek üzere ortaya çıkan partiler oldular. Biz de ise kapitalistleşme ile gelen kötülüklerden (yabancılaşmadan, önemsizleşmeden, karmaşadan) 1940’ların özlemini diri tutarak kurtulmaya çalışanlar, askeri vesayetle aralarında bir tür dayanışma ilişkisi kuranlar kendilerini “sol” olarak tarif ettiler. Tabi bu yüzden de askeri vesayet altında yaşanan her türlü olumsuzluğu da yüklenmek zorunda kaldılar. Etnik kültür temelinde siyasi birliği sağlama ve koruma rolü için yetiştirilmiş milliyetçi, pozitivist, halka tepeden bakan bu elit; kapitalistleşme süreci içinde giderek belirleyici olma özeliğini yitirdikçe kendini daha fazla “sol” ile tanımlar oldu. Yaşanan ekonomik, siyasi, ahlaki bunalımda içinden çıktıkları siyasal yapının da payı olmasına karşın, geçmişte yaşanan her türlü kötülüğü birincilerin sırtına yükleyebildikleri için “ak” kalabilenler ise “yeni muhafazakârlar” oldu. Ama bunlar halkın geleneksel sisteme karşı hoşnutsuzluğunu, muhalefetini dini temelde meşrulaştırarak askeri vesayetten kurtulmanın yolunu açabildiler.
İşte nasıl olup da halka tepeden baktığı halde, gene de “sol” olarak kalabilen bir muhalefete sahip olabildiğimizin hikâyesi kısaca budur. Askeri vesayetin gölgesinde yaşamaktan kurtulma, Avrupa Birliği kriterlerinde bir demokratik gelişmenin önünü açma adına gerçekten demokrasiden, katılımcılıktan, barıştan yana olanların bir dönem CHP ile aralarına mesafe koyup AKP’ye neden destek verdiklerinin hikâyesi de budur.
Kapitalizmin küreselleşme sürecini yaşarken Türkiye’de askeri vesayete dayalı sistem de er ya da geç ortadan kalkacaktı. Bunu gerçekleştirmek AKP iktidarına nasip oldu. AKP halk desteğinden güç almasaydı bunu başaramazdı. Son seçimlerden sonra “muhalif” olmaktan çıkıp “iktidarı” temsil eder hale gelen AKP’nin gerçek muhafazakâr yüzünü giderek daha fazla göstermeye başlamasına tanık olmaya başladık; buna da şaşmamak lazım.
Nedir AKP’deki kimlik değişikliğinin göstergeleri! Kürt sorununu taraflar arasında müzakere yolu ile çözmekten vazgeçti. Aleviler ve diğer inanç gruplarının taleplerine daha soğuk yaklaşmaya; mezhepçiliğe, bağnazlığa daha fazla yaslanmaya başladı. İçişleri Bakanlığı’na Emniyet Müdürlüğünde terör ile mücadelenin başına bir işkenceciyi getirerek içine girilen sürecin nasıl olacağı ile ilgili ipuçları veren, MHP söylemine sahip birini getirdi. İşçilerin ve memurların örgütlenme ve hak arama mücadelelerinin önüne (Hava iş koluna grev yasağı gibi) yeni engeller çıkarmaya başladı. Darbecilerle uzlaşma emareleri göstermeye başladı. Sistemi AB kriterlerine uygun hale getirme perspektifinden giderek uzaklaştı. Siyasal yaşamı demokratikleştireceğine, âdemimerkeziyetçi anlayışla sistemi katılımcılık temelinde yeniden örgütlemeye yöneleceğine süreci kontrol altında tutabilecek şekilde sistemi merkezileştirmenin yollarını aramaya başladı.
AKP, iktidarı elinde tutan olarak muhafazakâr kimliği oturtmaya çalışırken CHP ne yaptı? İktidar olmayı hedefleyen bir muhalefet partisi olarak, kendisini emekçilerin, dışlananların, ayrımcılık mağdurlarının temsilcisi gerçek sosyal demokrat kimliğe sahip olmanın arayışı içine mi girdi? Keşke öyle olsaydı. Bu o zaman, siyasetin bu ayağında da bir “normalleşme “ olarak değerlendirilebilirdi.
Oysa CHP eski yapısını, alışkanlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Asıl gücünü tek partili günlerin özlemi içinde olanlardan almaya devam ediyor. “Beni MİT dinliyor” gibi siyasi gündemle ilgisi olmayan, iktidarı hedeflemeyen, kurumlarla arasını açan, halkın gündemine yabancı, heyecan yaratmayan %20’yi birlik halinde tutmaya dönük dalaşmalarla muhalefet yaptığını sanıyor. CHP’yi ayakta tutan ortak duygudaşlığa dikkat edin! Takıntılı bir laiklik algısı, devletçilik, milliyetçilik, kendi dışındakilere küçümseyici-dışlayıcı bakış, hizipçilik, tepeden bakma, hırçınlık, darbecilere destek, “şeriat geliyor” korkusu! Burada “sola”, “sosyal demokratlığa” dair ne var? Buradan olsa olsa, umutları söndürme yoluyla iktidardaki muhafazakârlığa destek olma çıkar.
Oysa gerçek sosyal demokrat hareket; “Türklük” temelinde değil, vatandaşlık temelinde bir siyasal birlik için, âdemimerkeziyetçi kurumsal yapılanma için, barajlardan arınmış bir seçim sistemi için, özerk bir üniversite için, her türlü inancın ibadetini istediği yerde ve özgürce sürdürebilmesini güvence altına alacak sistem arayışı için, Kürt halkının haklı kabul taleplerini karşılayacak şekilde sistemi yeniden yapılandırmak için; İLO kriterlerine uygun sendikal bir yaşam için somut önerilerini ortaya koyar. Halkla daha sıcak bir ilişki içine girer; AKP’nin tutucu kimliğini açığa çıkarır. Ülkesinin demokratik, sol liberal, gerçek solcu aydınlarıyla, Kürt halkının meşru haklarının mücadelesini verenlerle birlikte AKP iktidarına karşı demokratik bir muhalefetin zemini hazırlar, öncülüğünü yapar.
Ne zaman “CHP solculuğu” aşılır, gerçek bir sosyal demokrat muhalefet çekim merkezi olur; o zaman siyaset iki ayağının üstünde dengesini bulur. Türkiye’de siyaset, böyle kendisini ilerici sanan muhafazakârlarla, bunların içinden çıkıp da iktidara yaklaştığı her adımda biraz daha muhafazakârlaşanlar arasında belirlendiği sürece ne yazık ki tek ayaküstünde düşe kalka ilerlemeye devam edecek.
Yorum Yap