- 12.07.2012 00:00
Kendine biçtiği değerin kabul edilmesini talep etme, insanı hayvandan ayıran en önemli özelliklerden biridir. Topluluklar da öyledir, kendilerine biçtikleri değerin çevrede kabul görmesini talep ederler. Bu aslında var oluş yolculuğu için ihtiyaç duydukları öz saygının bir gereğidir. Yaşamlarını bu öz saygıya uygun bir biçimde sürdürdüklerinde gurur ve onur duygusu ile toplumların başları diktir. Kabul görme ihtiyaçları karşılanmadığı durumda ise bu kendilerine dönük utanç, çevreye dönük ise öfke duygusu geliştirirler.
Sosyal psikoloji içinden baktığınızda demokrasiyi, farklı inanç, kültür ve sınıfsal bir araya gelişe sahip toplulukların “kabul edilme” duygularını karşılıklı olarak tatmin edebildikleri, enerjileri ile ortak toplumsal sistemin var oluşuna katkıda bulunabilmenin onurunu ve gururunu hissedebildikleri ortak yaşam biçimi olarak tanımlayabiliriz.
Demek ki bir coğrafyada farklı inanç, kültür ve sınıfsal birliktelikler varsa; bunlardan sistemin yönetimini üstlenen başat topluluk onur ve gururu diğerlerini kontrol etme ve iradesini diğerlerine dayatma yoluyla devşirmemeli. Diğerlerinin “kabullerini” dışlayarak öz saygı geliştirmelerine engel oluyorsa bu, o coğrafya da demokratik yaşamın yerleşmesinin önünde başlıca engel haline gelir. Bu coğrafya Suriye de olsa da Türkiye de olsa da sonuç aynıdır: Sistem içi çatışma.
Çünkü yaşadığı topraklarda kendi kabullerinin kabul görmemesi nedeniyle sürekli dışlanan, kendini aşağılanmış hisseden; her sabah sürekli onuruyla ve gururuyla oynandığı duygusu ile yatağından kalkan insan yok olmayı bile göze alarak bir ölüm kalım mücadelesi içine girebilir. İşte o zaman ortalık yangın yerine döner.
Bu tam da insanı hayvandan ayıran, insanı insan yapan bir şeydir. Kurtuluş Savaşı’nı ateşleyen, başarıya götüren duygu da budur. Bunu en iyi Türklerin bilmesi gerekir. Bu topraklarda özgürce ana dilinde konuşabilmek, ana dilinde eğitim görebilmek, camiye gidebilmek için 1920’lerde mavzerin kapan Mustafa Kemal’in ordusuna katılmadı mı?
Kendine özgü dili, tarihi, kültürü olan bir halkın kendi diliyle kendini ifade etmesine, ana dilinde okuyup yazmasına fırsat vermezseniz, edebiyatını, tarihini, kültürünü öğrenmesine, geliştirmesine fırsat vermezseniz; örgün eğitim sisteminin içinden o topluluğun edebiyatını, tarihini, kültürünü dışlamışsanız; onu yıllarca yok saymışsanız; ülkeniz de teröre davetiye çıkarmış olmaz mısınız? Normalin dışına ittiğiniz, yıllarca dışladığınız, en temel duygusunu, “öz saygısını” tahrip ettiğiniz, onuruyla oynadığınız insandan ne bekleyebilirsiniz ki?
Daha fazla ağızda gevelemeden gelin şu gerçeği önce kabul edelim. Bu ülkede eğer bir Kürt şovenizminden söz edilecekse, bunun müsebbibi Türk şovenizmidir.
Bundan yıllar önce SHP Balıkesir örgütünde yönetici iken seçim arifesinde Balıkesir merkez Alevi köylerinden birine gitmiştik. Balıkesir’in suyunu karşılayan İkizcetepeler Barajı yapılırken toprakları su altında kalacağı için yetkililer, bu köyü çevredeki uygun yerlerden birine yerleştirmek istemişlerdi. Köyün insanı ise onca uygun yer varken seçe seçe kuş uçmaz kervan geçmez kıraç bir tepenin ardını yerleşim alanı olarak seçmişti. Köy kahvesine girip de oturur oturmaz, deyim yerindeyse köylülerin “yaylım ateşi” ile karşılandık. “Yolumuz yok, suyumuz yok; bizimle ilgilenmiyorsunuz vs.,vs.”. Önce dinledim dinledim,hızlarını aldıktan sonra söz aldım. “Size kim dedi bu kuş uçmaz kervan geçmez yere gelinde konun diye, sulak kente yakın yerler size önerilmişken, bu hizmetlerin bu dağın başına kolay kolay gelmeyeceğini bilmiyor muydunuz?” diye çıkıştım.
Ben böyle çıkışınca köyün yaşlılarından bir amca arkadan seslendi. “Hoca, hoca dedi; bilisen bilisen ama bilmisen“ dedi . “Bak bütün alevi köyleri ya dere yataklarında ya da dağ arkalarında kimsenin ayak basmayacağı yerlerde kurulmuştur, neden bilimisen” dedi. “Neden” dedim. “Biz Osmanlı’dan beri hep aşağılandık, hep dışlandık” dedi. “ Hep devletin bizden uzak Allah’ın yakın olduğu yerleri seçmemiz o yüzden” dedi. “Burayı seçmemiz de işte bu alışkanlıktan” dedi. Söyleyecek söz bulamadım.
Aleviler de yavaş yavaş kabuklarından sıyrılıyorlar. Sessiz, içine kapalı bir topluluk olmaktan yavaş yavaş çıkıyorlar. Giderek daha örgütlü hareket etmeye, taleplerinde daha ısrarcı olmaya başladılar. Alevi bir milletvekili geçen hafta mecliste ibadet edebilecekleri bir cem evi istedi. Haklı mı haklı; laik bir devletim diyorsanız; farklı inanç gruplarının ihtiyaçlarına, taleplerine kulak vereceksiniz. Alevi açılımı diyorsanız, işte açılım bu.
Camiye gitmediklerini bile bile, insanları aşağılarcasına geçmişte her Alevi köyüne cami yapan bu devlet, geleneksel tepkisini bu olayda da ortaya koymakta gecikmedi. “Diyanet’e sorduk, Alevilik bir din değil, İslam içi bir oluşummuş. Alevilerin ibadet evi de camiymiş”; yetkililerden gelen cevap bu. Oldu,siz böyle hüküm verdiniz ya Aleviler de artık oluk oluk koşarlar camiye.
Sadece kendi inancınızı temsil eden bir kurum kurmuşsunuz, ona danışarak diğer inananların nasıl inanacağı hakkında karar veriyorsunuz. Kendiniz için olur olmadık yere, operaya bile mescit yapıyorsunuz. Herkes sizin gibi inanmak zorunda ya, bu coğrafyadaki bütün sosyal yaşamı kendi ilkelerinize göre düzenlemekte sakınca görmüyorsunuz. Sizin gibi inanmayanların nasıl inanmaları gerektiğine hükmetmeyi kendinizde hak buluyorsun. El insaf. Bunun neresi ahlaki, neresi etik, neresi demokrasi?
Adalet, hukuk duygusu önce insanın içinde olacak. İnancının sağlamlığı da, insanilik de diğer insanlarla, gruplarla ilişkilerinde ortaya çıkıyor. Çıkardığınız yasayla insanları katledenleri, asıl teröristleri cezalarını çekmeden dışarı salıverirken; bombalanan insanlara bir özrü bile çok görürken, kendi hukukunun, kendi “kabul” davasının mücadelesini vermekten başka derdi olmayan sendikacıları, gençleri, şu ya da bu partilileri, inanç gruplarını içeride tutuyorsanız hangi barıştan, hangi adaletten, hangi demokrasiden söz edeceksiniz.
Bu devlet laiktir, dinim de insanlık dinidir diyorsanız; sadece kendiniz için değil, herkes için Müslüman olun.
Yorum Yap