- 15.12.2014 00:00
İnsan Hakları Günü’nü (10 Aralık) hükümetin meclisten geçirmeye çalıştığı iç güvenlik yasa tasarısını tartışarak geçirdik. Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nda değişiklik yapan “Makul Şüpheli” yargı paketini saray onayladı. Hâkimlik ve savcılığa geçişte aranan mesleki tecrübe iki yıla indirilirken, iktidara Yargıtay’ı ve Danıştay’ı yeni atamalarla 20-30 gün içinde yeniden yapılandırma yolu açıldı. Artık özel yetkili mahkemeler; kapsamı genişletilen örgüt üyeliği, casusluk, devlete karşı eylem, darbe girişimi gibi suçlarda Türkiye geneli için dinleme, izleme, el koyma kararları alabilecekler. Mecliste görüşülen iç güvenlik yasa tasarısı meclisten geçince de polisin şahıs, ev, araç aramalarındaki yetkisi genişleyecek. Polis vali yardımcısının izni ile istediğini 24 saat gözaltına alabilecek. Sanal ortamda nefret ve terör çağrısı olarak kabul edilen yayınlar suç sayılabilecek.
Böylece bir taraftan yeniden yapılandırma yolu ile Yargıtay ve Danıştay’ın hükümet uygulamalarını denetleme yetkileri fiilen ortadan kaldırılmış oluyor; diğer yandan da özel mahkemeler eliyle muhalif hareketleri kontrol altına alınacak bir yapı oluşturuluyor. İç güvenlik Yasa Tasarısı ile de polis yetkileri uygun güvenceler olmaksızın artırılmaya, valiler ve kaymakamlara polis eliyle soruşturmaları yönlendirme fırsatı veriliyor.
AKP hükümeti bir yandan kamuoyuna çözüm süreci yolunda yürüyor izlenimi verirken, diğer yandan kendisine muhalif olanı susturacak alt yapıyı hazırlıyor. Alt yapı hazır olduğuna, 17 Aralık soruşturmalarının yıl dönümü de geldiğine göre artık operasyon için düğmeye basılabilir. Basıldı da Zaman Gazetesi Genel yayın müdürü Ekrem Dumanlı başta olmak üzere 40’ın üzerinde isim darbe girişiminde bulunmak için örgüt oluşturma suçundan gözaltına alındı. Bu operasyonun haberinin bir gün önce Twitterdan duyurulması se ayrı bir olay.
Peki, bütün bu baskı, otorite kullanımı, muhalif olanı susturma, dikensiz gül bahçesi yaratma çabaları ne sonuç verir? Huzursuzluk, mutsuzluk, kayıtsızlık, bir kesimde ise öfke patlaması ve şiddet kullanımı; istediğimiz bu mu?
Peki, bunlar başımıza neden geliyor?
Türkiye’de siyasal yaşam gücünü akıl ve düşünce ile desteklenen felsefi derinlikten değil güçlü irade kullanımı, sezgi ve kimliğe dayalı yararcılıkla desteklenen iman gücünden alıyor da ondan. Çünkü bizim siyasetçinin yetişme tarzı bu. Çünkü siyaset temsil edileni daha özgür, daha anlamlı yaşatmak için yapılmıyor bu topraklarda. Belirli bir kimliğe dayalı siyasi birliğin bahtını açık tutmak için yapılıyor. İktidarı ele geçiren ikbali güçlendirmeye bakıyor.
Bizim siyasetçimiz kendi birey olamamış ki bireyin hakkını savunsun. Ya aldığı eğitim sonucu bireysel özünü kolektif bilinç içinde eritmiş, ait olduğu topluluk için toplumsal kişilik haline gelmiş; ya da ahiret imarını mamur etmek için yola çıkmış iman yolcusu, takva uygulayıcısıdır. Yaşamı iyileştirmek, sofradaki ekmeği büyütmek değil işi.
Savaşanlar buysa bu savaştan çözüm, bu siyasi yaşamdan uzlaşma, demokrasi, huzur çıkmaz. Kalıcı barış olmaz, olsa olsa ateşkes olur. Karmaşa, çatışma yaşama biçimi olur. Çünkü kimlik savaşçısı bir başka kimlik savaşçısının olduğu yerde huzur bulamaz. Kimlik savaşlarıyla ortaya çıkan karmaşa ancak baskıyla, o da geçici olarak kontrol altına alınabilir; bunun adı da diktatörlüktür.
Başlangıçta iyi niyetle yola çıkılmış olsa da iktidar büyüsü savaşçının başını döndürür. İktidarı koruma her şeyden önemli hale geldiğinde; iyi, düşünce ve duygudan çok iradede ve sezgide aranır. İktidar yüceltilir. Propaganda, bilimsel tutuma, kaba kuvvet kanıta, savaş barışa tercih edilir. Liderin önermesi tartışılmaz gerçeklik olur. Bu tür siyasetçi öz güveni erdem doğuran nefis disiplininde, insanlığa kattıklarından duyduğu gönençte bulmaz; özgüvene başkaları üzerinde egemenlik kurma yolu ile sahip olunur. Burada artık bir tür paranoyadan söz etmek gerekir. Bu paranoyanın felsefesi olmaz olsa olsa psikanalizi olur.
Mutluluğu bu dünyada değil öbür dünyada arar hale gelmişsen, denetlenmeye, gerektiğinde senden hesap sorulmasına bu dünyada izin vermezsin. Aklını iman gücüne rehin verdiysen insanların büyük acılar çekmesi seni rahatsız etmemeye başlar. Önüne geleni hain, terörist ilan edersin. En acımasız sonuçlara yol açacak kararları gözü karartır alırsın. İntihar bombacısı da olursun, faşist diktatör de. Yaşayacağın, yaşatacağın acılar umurunda olmaz.
İktidar elinde olsa da mevcut düzenin bu haliyle sana yeterince fırsat sunmadığını gördüğün yerde, iktidarda tutunmanı sağlayacak düzenlemeler yaparsın böyle. Topluma deli gömleği giydirecek yasalar çıkarırsın. Yumuşak karnını gözaltıyla, demagoji ile gözden kaçırmaya bakarsın. Akıl yozlaşmaya başlar. Bireysel çıkarlarını senin histeri nöbetlerine destek olduğunda koruyabileceğini sanan bazı yetenekli insanlar beyin güçlerini senin hizmetine sunarlar. Hakkını arayanı, yaşama biçimini, yaşadığı çevreyi savunanı hain ilan edecek kitle histerisi yaratmana destek olurlar. Aklın yozlaştığı yerde mantıksızlık yaygınlaşır. Ama bu cinnet halinden iyi bir şey çıkmaz, bu gelişme kimsenin hayrına olmaz.
Kimlikler arası düşmanlık bertaraf edilmeden akıl yoluna, düşünme alışkanlığına geri dönmek; iman gücünü kontrol altına almadan kitlesel histeri nöbetinden kurtulmak mümkün değildir.
Eğitim bilimleri alanına eşsiz katkılarıyla hatırladığımız rahmetli Selahattin Ertürk özdeyişlerini topladığı “Tecelli” adlı kitabının bir yerinde kimlik savaşçıları elinde yaşanacakları kırk yıl önce görmüş gibi şöyle diyor:
“Düşünce anlaşmanın iman kapışmanın kapısını arar.”
Yorum Yap