- 11.08.2014 00:00
Bu ülkede “muhafazakâr ” deyince AKP, MHP, Refah Partisi gibi partilere oy veren İslamcılar, Milliyetçiler, Cemaat, Tarikat üyeleri akla geliyor. Ergenekoncuları destekleyip Çözüm Sürecine destek vermeyen, 12 Eylül Anayasasının değiştirilemez ilkelerini, vatandaşlığın Türk kimliği ile tanımlanmasını kahramanca savunan Ulusalcıları nereye koyacağız? Kafalarında nasıl bir Türkiye tasavvuru var biliyor muyuz?
Evet, bugün kendilerini “Ulusalcı” olarak tanımlayanların çoğu eski yol arkadaşlarımız. 12 Eylül öncesinde “Toprak işleyenin, su kullanın” diye Ecevit’in arkasından birlikte az koşmadık. Çeşitli sol örgütlerde birlikte çalıştık. Faşist saldırılara birlikte göğüs gerdik; sendikaların örgütlenme, hak arama mücadelelerine hep beraber omuz verdik. 1 Mayısta alanları birlikte doldurduk. 12 Eylül sonrasında darbecilerin saldırılarına muhatap olurken de, göğüs gererken de kader birliği içindeydik.
Sonra ne oldu? Sovyetler Birliği ve onun öncülük ettiği sosyalist blok çöktü. Moral dayanaklar ciddi darbe aldı. Reel sosyalizm ulaşılır bir hedef, somut bir program olmaktan çıktı. Büyü bozuldu, boşluğa düştük. Sol, solculuk ideolojik alt yapı içinde mücadele verilen bir alan olmaktan çıktı; daha çok bir yaşam, bir yaklaşım biçimi halini almaya başladı (en azından birçoğumuz için).
Hal böyle olunca “Her şey devlet için” düşüncesi içinde yetişen, Atatürk Türkiye’sini (1940’ları) 1970’lerde bulamadıkları için devletteki zafiyeti sosyalizm aracılığı ile aşmaya çalışanlarla; solu eşitlik ve özgürleşme mücadelesi içinde kendini bulma yolculuğu olarak görenler arasında bir ayrışma oldu. Atatürk’ün yerine geçici olarak Lenin’i koyanlar, Mahirlerin, Denizlerin, Kaypakkayaların, İ.Bilenlerin bir dönem peşine takılanlar asıllarına rücu etmeye başladılar. Hikâye kabaca budur.
Bu eski yol arkadaşları bu gün de hala Sabahattin Ali’nin “Aldırma Gönül” parçası ile teselli buluyorlar. Ama Sabahattin Ali’nin altın dönem olarak gördükleri dönemde, MİT’te görev yapan bir subay tarafından öldürülüp (1948), Bulgaristan sınırına atıldığını galiba hatırlamak istemiyorlar. Sözleri Nazım’ın, bestesi Livaneli’nin “Karlı Kayın Ormanında” parçasını çok seviyorlar. Ama öykündükleri rejim, orduyu ayaklanmaya kışkırttı diye (1938) Nazım’ı 28 yıl hapse mahkûm etmişti, 12 yıl cezaevlerinde süründürmüştü, nedense bunu unutuyorlar.
Bu eski yol arkadaşları hala “Çal Bella” ile maziyi yad ediyorlar, fakat hemen arkasından yeni muktedirlerle mücadele azmini “damarlarındaki asil kanda” bulabiliyorlar; Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile iman tazeliyorlar. İşin ilginç tarafı solun bu moral dayanakları ile içlerine işlemiş ayrımcılığı bir biçimde bağdaştırırken bunda bir tuhaflık da görmüyorlar. 10. Yıl marşının “Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan” dizleri ile coşarken 1938’de Dersim’de yaşananlar, İstiklal Mahkemeleri ile görülen hesaplar, Varlık Vergisi (1942) uygulamaları, zorunlu göç ve mübadelelerle Anadolu’nun fakirleşmesi, sermayenin el değiştirmesi nedense akıllarına gelmiyor. Bunların hatırlatılmasından da rahatsız oluyorlar.
Bu arkadaşlarımız yaşam biçimlerinde son derece modernler, laikler, sorarsanız her biri insan hakları savunucusu. Fakat biraz sıkıştırırsanız Cumhuriyetin kadim bekçileri ve koruyucuları olarak Kürtlerin ana dilde eğitim gibi bir talep ile ortaya çıkmalarına müthiş içerlediklerini görüyorsunuz. “İstedikleri zaman bu ülkede Cumhurbaşkanı, Başbakan, Hâkim, Savcı olamıyorlar mı, daha ne istiyorlar?”diye isyan ediyorlar. Bu talepleri bölücülük olarak tanımlıyorlar.
Kürtlerle aynı semti, aynı kahveyi aynı sahili paylaşmak istemiyorlar; bulundukları ortamda Kürtçe konuşulmasından rahatsız oluyorlar. Biraz yakından ilgilenirseniz hallerinden, tavırlarından siyasal birliğin kurucu kimliğine sahip bireyler olarak, zihinlerinde kendilerine bir tür asli vatandaş anlamı yüklediklerini ve bunun da kabul görmesini beklediklerini fark edersiniz. Bunun müktesep hakları olduğu, aldıkları eğitim ile zihin ve duygu dünyalarına kazınmıştır. Kendini Türk ile eşit gören, o öz güven içinde davranan bir Kürt onları rahatsız eder. Yeri gelip söze aşağılayıcı bir tarzda “Bu Kürtler…” diye başladıklarına çok tanık oldum.
Aynı problemli durum dini inancı güçlü komşuları ile olan ilişkilerinde de görülür. Dini inancı güçlü olanları bir biçimde küçümserler, çağdaş yaşam onlar için bir tür üstünlük göstergesidir. Bulundukları ortamda başörtülü ya da türbanlı bir kadın varsa ona cüzamlı muamelesi yapmıyorlarsa da en azından görmezden gelirler. Haşema giymiş bir kadınla aynı plajda denize girmek keyiflerini kaçırır. Laikliği bir tür dinden ayrıksı durma hakkı olarak algıladıklarını fark edersiniz. Bu duygularına saygı gösterilmesini beklerler.
Bu arkadaşlarımız olayların üzerinde ve dışında kalmayı çok iyi bilirler. Bir tür sorunun kaynağını dışarıda arama uzmanı oldukları söylenebilir. Sütte leke var, kendilerinde yoktur. Ülkedeki her olumsuz operasyonda Amerikan Parmağını ve yerli işbirlikçilerini görürler. Her şeyi komplo teorisi ile açıklamayı kabul etmediğiniz yerde kolayca bir Amerikancı olup çıkabilirsiniz. Anti-Amerikancı ve devletçi olmaları onları “solcu” yapar.
Ama diğer yandan sorunu hep dışarıda aramaları, kendilerinin çözümün bir parçası olabileceklerini görmelerini de kaçınılamaz biçimde engeller. O nedenle birçoğu kötümserdir, bardağa hep boş tarafından baktıklarını görürsünüz.
Bu yüzden belirli bir ideoloji içinde hareket ettikleri de söylenemez. Atatürk ilkelerine ve Atatürk Milliyetçiliğine bağlılık, pragmatik, pozitivist (bilimci), devletçi, laik gelenekle hareket etmek sorunları çözecek yegane sihirli değnektir. Yılda okudukları bir iki kitap, Sözcü, Oda TV, Ulusal kanal gibi temel başvuru kaynakları; birer düşünür, analist ve siyasetçi olarak her şeyi açıklamaya yeter.
Bunları yazarken kinaye kullanarak eleştiri yapıyorum sakın sanılmasın. Gözlemlerime dayanarak bir tür çözümleme yapmaya çalışıyorum sadece.
Ulusalcılar belki Türkiye’nin %20’sini oluşturuyor, bilmiyorum. Fakat Türkiye’nin en eğitimli, çağdaş yaşam biçimini içselleştirmiş, daha çok beyaz yakalı olarak tanımlayabileceğimiz, orta gelir düzeyine sahip bir kesiminden söz ediyoruz. Bu yüzden kendi dışındaki kültürel, siyasi kesimleri davranışlarıyla etkileme kapasiteleri var. İktidara gelen ya da muhalefete düşen siyasi partiler evrimleşirken, yollarına devam ederken, sorunlara çare üretirken bu kesimin geleneğinden beslenmeden yollarına devam edemiyorlar.
En eğitimli birinci kesimin içine sol liberal tutumlarıyla bilim insanlarını, entelektüelleri, aydınları koyalım; sonuçta Türkiye’nin yukardan aşağı en eğitimli ikinci kesiminin ruh hali üzerinde, siyasal davranışları üzerinde konuşuyoruz. Çözümlemeye çalıştığımız bu sorunlu ruh hali; bu kesime ayrıksı ve tepkili duran dini alışkanlıklara dayalı yolculuk eden daha az eğitimli muhafazakâr kesimlerinin lidere endeksli sürü davranışları, cinsiyet ayrımcılığı da içeren daha sorunlu ruhsal yapıları hakkında kanımca bir fikir veriyor. Sonuçta Türkiye’nin modernleşme sürecinde şekillenen sosyal-psikolojik yapısı bir biçimde ortaya çıkıyor.
Ulusalcılarımızda tanık olduğumuz bu ayrımcı, dışlayıcı ruh halinden esin almasa, Cumhurbaşkanlığına soyunduğu şu kritik seçim arifesinde R.T.Erdoğan, muhafazakâr kesimden alacağı oyları bir iki puan daha arttırmak için nefret söylemine başvurabilir miydi? Muhaliflerine “Alevi olduğunu, Zaza olduğunu açıklamaktan neden korkuyorsun” diye seslenebilir; “Affedersiniz ama bana Ermeni de dediler” aşağılamasında bulabilir miydi?
Acaba diyorum, Selahattin Demirtaş; etnik kimliklerin ötesinde, aşağıdan yukarıya katılımcılık temelinde ortak bir siyasi birlik, çağdaş- demokratik bir Türkiye kurma çağrısı yaparken Ulusalcılarımızın dikkatini çekmiş, kafalarında karışıklık yaratmış olabilir mi?
Merak ediyorum, pazar günü yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde Çatı Adaya gönülsüzce oy vermeye hazırlanan Ulusalcılarımız, ikinci tura R. T. Erdoğan ile Selahattin Demirtaş kalacak olsalardı, 24 Ağustos’ta sandıkta ne yaparlardı?
Keşke bunu test etme fırsatımız olabilseydi diyorum!
Yorum Yap