- 22.10.2012 00:00
AKP hükümeti kurumsal yeniden yapılanmayla ilgili pek çok alanda birbiri peşi sıra bir dizi adım atıyor. Bütün bu adımların çağdaş devlet olma yolunda, demokratikleşme yolunda bir anlamı olacak mı? Türkiye nereye koşuyor?
Sendikalar Yasası değişti, işkolu sayısının 29’dan 17’ye düşürülmesi, iş kolu barajının %1’e düşürülmesi yasayla gelen önemli iyileştirmeler. Bunlar kuşkusuz olumlu, ancak 30 veya daha az çalışanı bulunan işyerlerinde sendikalaşma çabaları yüzünden işten çıkarılan işçiler sendikal tazminat hakkı talep edemeyecekler. Böylece 6.5 milyon işçi fiilen sendikal güvenceden yoksun bırakılıyor. Otuzdan fazla çalışanı olan işveren ise başına bela olan sendikacıyı bir yıllık ücreti karşılığı tazminatını eline verip kapının önüne koyabilecek. Düşürülen %1 barajı bile sendikalar için ülke genelinde tek tek işyerlerinin sınırlarını fazlasıyla aşan bir örgütlülüğü gerektiriyor.
İş güvencesi olmayan işçilerin sendikal faaliyetler içinde yer alması mümkün değil. Sendikal haklar, yeni yasayla devletin kontrolü altındaki üç, beş sektörde örgütlenebilecek birkaç yüz bin işçi ile sınırlanmış oluyor. Hükümet istediği iş kolunda grev yasağı koymaya, istediği zaman grev ertelemeye devam edecek. Yani sonuçta Türkiye’de siyasi iktidarın uygun gördüğü kadar sendikalaşma olacak.
***
Yaşantımızda önemli bir değişiklik de bugünlerde yasalaşması beklenen Büyük Şehir Yasa Tasarısı ile geliyor. Yasayla büyük şehir sayısı 29’a çıkarılıyor. Büyük şehir örgütlenmesinin kapsamı il sınırları düzeyine çıkarılıyor. Nüfusun 56 milyonu resmen büyük şehirlerde yaşar hale geliyor. AKP damdan düşer gibi gündeme getirdiği bu yasa ile 16 bin 82 köyün tüzel kişiliğine ve bin altı yüz seksek iki belediyenin varlığına orada yaşayanlara sormadan bir anda son veriyor.
Büyük şehir belediyelerinin gerçekten yerinden yönetim organları olarak iş görebilmesi için bazı koşulların sağlanması gerekiyor.
Öncelikle Büyükşehir Meclisi ve başkanı, doğrudan o bölge sınırları içindeki insanlar tarafından doğrudan seçilmiş olmalı. Oysa Büyükşehir meclisleri, ilçe belediye meclislerinin belirli bir oranı ile ilçe belediye başkanlarından oluşuyor. Bu da büyük şehir belediye meclislerinde ne kadar ilçe varsa o kadar lobi olacağı ve kararların bu lobiler arasındaki ittifaklara göre alınacağı anlamına geliyor.
Öte yandan merkezin hangi yetkilerinin büyük şehre devredilmiş olduğu açıkça ortaya konmuş ve bu yetkilerin kullanımında büyük şehrin bağımsızca karar verebilmesi güvence altına alınmış olması gerekiyor. Örneğin bölgelerde sosyal hizmetler, eğitim, bayındırlık ve sağlık hizmetlerinin Büyükşehir Belediyelerinde başkan yardımcılıkları altında özerk biçimde örgütlenmesi gerekiyor. Mevcut Büyükşehir encümeni ve sekreterliği biçimindeki örgütsel yapılar ile bu hizmetleri özerk yürütebilmek zaten mümkün değil.
Öte yandan yerinden yönetim olarak tanımlanabilmesi için Büyükşehir Belediyelerinin kendilerine ait, bağımsız gelir kaynaklarına sahip olmaları gerekiyor. Oysa Büyükşehir belediyelerinin harcamalarının büyük çoğunluğu merkez tarafından fonlanıyor. Maddi olarak sizin elinize bakan çocuğunuzun kendi kararlarını özgürce verebilmesi mümkün mü? Tıpkı bunun gibi, Büyükşehirlerin merkezin iradesine rağmen özerk kalabilmeleri de mümkün görünmüyor.
Öte yandan Büyükşehirlerin merkezde kendileri ile ilgili alınacak kararlara katılabilmelerini sağlayacak, onların değerlendirmelerinin merkezin hesaba katmasını sağlayacak bir organizasyon da öngörülmüyor. İl özel idareleri kaldırılıyor. Doğrudan başbakana ve illerde valilere bağlı Yatırım İzleme Koordinasyon Merkezleri ile Büyükşehir Belediyelerinin kararları ve uygulamalarının sıkı bir biçimde kontrol altında tutulacağı anlaşılıyor. Büyükşehir belediyelerinin bu hizmetleri bağımsız biçimde vermesinin önüne böylece geçilmiş oluyor. Bu yeni yapılanma ile merkez yüklerinin bir bölümünü büyük şehirlere yıkarken karar alma ve yürütmenin kontrolünü sıkı biçimde elinde topluyor. Bu da, Türkiye’de siyasi iktidarın uygun gördüğü kadar yerelleşme olacak, anlamına geliyor.
***
Bunun arkasından da üniversiteler yasa tasarısı geliyor. YÖK, hazırladığı Türkiye Yüksek Öğretim Kurumu (TYÖK) yasa tasarısı taslağını öğretim elemanları arasında tartışmaya açtı. Bunu gerçekten olumlu bir gelişme olarak kaydetmek gerekiyor. İlk kez öğretim üyeleri kendilerini doğrudan ilgilendiren bir yasa tasarısının taslağını bu şekilde tartışma fırsatı buluyorlar. Fakat asıl olan tabi bu tartışmanın, yasa tasarısının şekillenmesine ne ölçüde katkı vereceği. Bunu da önerilen taslağın tasarıya dönüşürken içeriğinin ne ölçüde değiştiğine bakarak göreceğiz.
YÖK’ün hazırladığı taslakta TYÖK’ün 2/3’ü Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu ve Büyük Millet Meclisi’nin atadığı üyelerden oluşuyor; yani siyaseten atanıyor. Sadece 1/3’ü mevcut rektörler kurulu tarafından seçiliyor.
Üniversitelerin Üniversite Konseyleri ile yönetilebilmeleri için en az on yıllık olmaları ve her yıl değişebilecek bir dizi değişken ölçütü her yıl bir fiil karşılayabilmeleri gerekiyor. Bunu başarabilen üniversitelerde Üniversite Konseyinin 11 üyesinden sadece beşi fakültelerden geliyor. Diğer altı üyenin ikisini Bakanlar Kurulu, ikisini de TYÖK atıyor. Yani YÖK mevcut üniversitelerin ne kadar kurumsallaşmış da olsalar kendilerini yönetebileceklerine inanmıyor. Kalan iki kişiyi de dokuz kişi üniversiteye en fazla bağış yapanı ya da yörede en fazla vergi vereni seçerek, ya da mezunlar derneği temsilcisini seçerek karşılıyorlar.
Sonrada siyaseten atanmış 4 üye ve dışardan seçilmiş iki üye içinde azınlıkta kalan fakülte temsilcilerinden oluşan Üniversite Konseyi, belirlediği yeterliliklere uygun profesörler arasından birini rektör olarak atıyor. Üniversite Konseyi olmayan üniversitelerde ise rektör atanması TYÖK tarafından atanmış Yükseköğretim Kurulu üyesi tarafından yürütülüyor. Oluşturulan kurul tarafından belirlenen bir profesör rektör olarak atanıyor. Ya da bu kurul tarafından belirlenecek üç aday ile ilgili üniversitede seçim yapılıyor. Seçim sonun da en çok oy alan atanacak mı yoksa en çok oy alan üç kişiden birini yine Cumhurbaşkanı mı atayacak işte bunun tartışmalar sonunda belli olacağı anlaşılıyor.
Peki açılmasına izin verilecek özel üniversiteler ile vakıf üniversitelerinde rektörler nasıl seçilecek? Mütevelli heyetleri belirledikleri bir adayı TYÖK’e öneriyorlar, TYÖK’de bu adayı rektör olarak atıyor. Bu üniversitelerde mütevelli heyetlerin adayı kendi içlerinde nasıl belirlediklerine TYÖK taslağa göre karışmıyor.
Şayet olduğu gibi yasaya dönüşürse (umarım dönüşmez) bu taslağın anlamı şu: Mevcut devlet üniversiteleri TÜBİTAK gibi siyaseten belirlenmiş birer devlet kuruluşu halinde yeniden düzenleniyorlar. Tabi öğretim üyelerinin de bu güne kadar olduğu gibi birer devlet memuru olarak, hiyerarşi içindeki yerlerini alacakları anlaşılıyor. Açılacak yeni özel üniversitelerle vakıf üniversitelerin ise eğer kurumsallaşmışlarsa, kendi içlerinde demokratik bir işleyişi geliştirebilmişlerse daha özerk daha bağımsız biçimde çalışabilecekleri anlaşılıyor.
Oysa bilim adamının özellikleri arasında siyaseten tarafsız, özerk, bağımsız, nesnel, objektif olması gibi kriterler yer alıyor. Bu taslak yasalaşırsa bilimsel üretimin, kurumsallaşmasını tamamlayarak inisiyatifi üstelenme iradesini gösterebilecek bir avuç devlet üniversitesi ile özel üniversitelerin performansına bağı hale geleceği anlaşılıyor. YÖK giderayak yapacağını yapıyor. Devlet bilimsel üretimin önünü açmıyor; bilimsel üretim bir avuç insanın her türlü olumsuz koşulda fedakârca sürdürebileceği bir çalışma haline geliyor.
Yani devleti oluşturan bürokrasinin başta bilim insanı olmak üzere, yöneticisine, sendikacısına; aslında kendisine henüz güvenmekten çok uzakta olduğu açıkça görülüyor. Türkiye yüzde 10 seçim barajı ile lider sultası içinde belirlenen siyasi aktörlerin ipleri elinde tuttuğu bir ülke olarak bir süre daha yoluna devam edecek, öyle görünüyor. Üstelik bunu tersine çevirecek sistemi demokratik yaşamı içselleştirmiş açık bir siteme dönüştürebilecek siyasi bir hareketlenme de ufukta görünmüyor?
Siyasi aktörlerin izin vereceği kadar sendikacılık, yerel inisiyatif ve bilimsellik. Bilim adamlarının bile kendi kendilerini yönetebileceğine inanma noktasına gelememişiz henüz! Öyle ya kızını başıboş bırakırsan ya davulcuya gider ya zurnacıya; gelenek bu, kültür bu değil mi?
Yorum Yap