- 1.10.2012 00:00
İstikrar arayışı ve değişim, toplumsal sistemlerin ayakta durmasını ve gelişmesini sağlayan iki temel süreçtir. Bu iki süreç içinde de eğitim başat bir rol oynar. İstikrar ayağında “terbiye” sisteme egemen düşünce doğrultusunda aykırılıkları önleme,“yola getirme” süreci olarak iş görür. Fakat öte yandan eğitim ile kazandırılacak davranış değişikliğinin kalıcı olması sonuçta bireyin kendi yaşantısı yoluyla yani gönüllülük temelinde gerçekleşmiş olmasına bağlıdır. Bu da bireye ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda düşünen, sorgulayan, üreten ve yapan olarak kendini gerçekleştirmesi için gerekli koşulları sağlamakla olur. Kendini gerçekleştirmiş birey sorumluluk alır, sorgular; kalıcı olan ile değişmesi gerekeni birbirinden ayırır. Böylece aynı zamanda sistemde değişimin maddi unsuru haline gelir. Eğitimin toplumsal sistemlerdeki bu ikili işlevi değişimin istikrar içinde gerçekleşmesinin güvencesidir.
Nasıl insan iki ayağını dengeli kullanarak ilerlerse, demokratik toplumlarda (açık sistemlerde) huzur, gelişme zenginleşme bu iki sürecin sağlıklı bir biçimde işlemesine bağlıdır. Birinin diğerini esir almaya çalıştığı, giderek diğerini baskı altında tutmaya, yola getirmek için güç kullanmaya yöneldiği yerde; sistemdeki çeşitli enerjilerin tutundukları örgütler birbirine düşer. Sistem gelişip güçlenmek için kullanacağı gücü, kendi içindeki çatışmalarda tüketir hale gelir. Demokratik özelliğini yitirir, güç kaybeder. Sistemde güç kullanma yaygınlaştıkça karmaşa ve huzursuzluk giderek artar, moral değerler yıpranmaya başlar.
Bizim gibi modernleşme sürecine ekonomik altyapı, örgütlü üretici güçler gibi maddi araçlardan yoksun olarak giren ülkelerde eğitim başlıca araç olarak kullanılmaya başlayınca esas olarak terbiye etme, “yola getirme aracı” haline gelir. Değişime yol açılmasın diye program düzenleme, yönetim ve örgütlenme boyutlarında her türlü önlem alınır. Fakat verilen gerçekten eğitim ise, gene de o yapacağını yapar, değişimin alt yapısını hazırlar. Sistemi kontrol eden egemen düşünce bunu varlığı için bir tehdit olarak algılarsa güç kullanmayı, şiddeti başlıca “terbiye etme aracı” olarak kullanmaya yönelebilir.
Bizim modernleşme sürecimiz içinde çok fazla tanık olduğumuz bir durumdur bu. Fakat güç kullanma yoluyla insan sonuçta ne terbiye edilebilir, ne de sindirilebilir. Güç kullanma yoluyla değişimin önüne geçmek de mümkün değildir. Şiddet yoluyla programı hayata geçirmeye çalışmanın sonucu hep huzursuzluk, güvensizlik, karmaşa ve moral değerlerde yıpranma yani hüsran olmuştur.
II. Abdülhamit'in değişen ulaşım ve iletişim (tren yolu, telgraf) olanaklarından da yararlanarak merkezi otoriteyi güçlendirebilmek için kendine bağlı yetişmiş ara insan gücüne ihtiyacı vardı. Modern okulların (özellikle de idadiler ile sultanilerin) II. Abdülhamit döneminde İstanbul dışında yaygınlaşmasının nedeni budur. II. Abdülhamit bir yandan da eğitimin değişime yol açmaması için programları dinileştirdi, okullarda programların nasıl işletildiğini denetleyecek bir teftiş sistemi oluşturdu.
Ancak aldığı önlemler eğitimin değişim ayağında iş görmesini engellemeye yetmedi. Modernleşen eğitim ve canlı bir basın yayın faaliyeti içinde yetişen Jön Türkler değişimde başrolü üstlenecekti. Abdülhamit aldığı önlemeler işe yaramadıkça, daha fazla güç kullanma yoluna gitti. Öğretmenliğin meslek haline gelmesine öncülük eden Selim Sabit Efendi kitabında “hal” sözcüğü geçtiği için bu dönemde işten atıldı, açlık sefalet içinde öldü. Ama ne ağza bal çalmalar, ne sürgünler, ne zindanlar, ne de işsiz bırakmalar değişimin önüne geçmeye yetmedi.
Modern eğitimin içinden çıkan kısa zamanda değişimin öznesi haline gelen İttihat ve Terakki şiddet yoluyla terbiye etme mirasını devraldı. İktidara gelirken şiddeti nasıl kullandıysa, iktidarını sürdürürken de kullandı. Tetikçileri ile ünlendi. Suikastlar birbirini izledi. Yeni ayrışmalar, yeni kavgalar ortaya çıktı. Modern eğitimin psikolojik boyutunun temelini atan Arap kökenli Sati El Husri, sürecin Türkçülüğe yöneldiği açıkça belli olunca İstanbul Darülfünun müdürlüğünü bırakıp Suriye'ye gitti.
İttihat Terakki içinde yetişen Cumhuriyet'in kurucuları da devraldıkları miras içinde hareket etmekte gecikmediler. Bu daha Kurtuluş Savaşına katılmak için Sovyetlerden gelen Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının Karadeniz’de boğdurulmasından belliydi. Meşrutiyet yıllarının öncülerinden hiç biri cumhuriyetin kurucu kadroları arasında yer alamadı. Modern eğitimin ideolojik boyutunun mimari Meşrutiyet yıllarının İttihat Terakki Sekreteri Ziya Gökalp bile düşüncesinin dışında süreç içinde doğrudan rol oynayamadı. Modern Eğitim anlayışına en köklü eleştiriyi getiren Prens Sabahattin gibi, ülkenin ilk bilim tarihi yazarı Adnan Adıvar gibi pek çok isim ömürlerini yurt dışında geçirmek zorunda kaldı.
Kimin nasıl giyineceğine, kimin hangi unvanı kullanacağına, inancın nasıl yaşanacağına, insanların nasıl yola getirileceğine artık yeni elit karar verecekti. “Halk Evleri” vatandaşları yeni elit’e bağlamada araçtı. Varlık vergisi” gibi başka “yola getirme araçları” da kullanıldı. Değişime elit dışında yön verebilecek bütün potansiyel tehditler bir biçimde kontrol altına alınmalıydı. Sebahattin Ali gibi tercüme hareketi içinde kullanılan modern Türk edebiyatının kurucularından tanınmış bir yazar bile şiddetin kurbanı oldu. Bu topraklarda yetişen evrensel bir değer, Nazım Hikmet uzun yıllar hapiste tutulduktan sonra bir yolunu bulup ülkesini terk edip canını kurtardığı için arkasından hain ilan edildi.
Şiddeti bir kere sindirme, yola getirme aracı olarak kullanmaya başladınız mı arkası gelir. Nitekim geldi de. Dersim'ler, 4-5 Eylül olayları, Sivas, Maraş, Fatsa, Gazi Mahallesi olayları şiddetin kitlesel boyutta kullanıldığı kanlı olaylardı. Ve her biri bu toplumun bağrında onarılmaz izler bıraktı. Bu şiddet yoluyla yola getirme politikası ürünlerini vermekte gecikmedi. THKPC, Hizbullah, PKK gibi şiddeti terbiye aracı olarak kullanarak sistemi değiştirmeye soyunan örgütler ortaya çıktı.
Güç kullanma yoluyla terbiye etmeyi alışkanlık haline getirerek bugünlere geldik. İsmail Beşikçi gibi sırf devletin tasvip etmediği araştırmalar içinde olduğu için uzun yıllar hapiste yatan bilim adamları oldu. Ahmet Kaya gibi kendi insanın türkülerini söyledi diye aforoz edilen, ülkesini terk etmek zorunda kalanlar oldu Liste oldukça uzun. Faili meçhule giden savcılar mı ararsın, sendikacılar mı, gazeteciler mi, bilim adamları mı, generaller mi; yok, yok bu listede. Başbakanına suikast yapılan, bin bir oyunla meşru iktidarın alaşağı edildiği tek ülke biz miyiz diye kendinizi teselli edebilirsiniz belki. Ama sorarım size, öldü mü yoksa öldürüldü mü diye merakını gidermek için öldükten onlarca yıl sonra Cumhurbaşkanlarının mezarını açan bir başka ülke daha var mı?
Hal böyle iken nasıl olurda bu ülkenin generalleri hükümeti devirecek provokasyon tezgahlamak için İstanbul’ un en büyük camilerinden birine bomba atmaya, bir komşu ülke ile savaş çıkarmaya kalkar diye gözlerini büyük büyük açıp şaşıranlar çıkıyor. Nesine şaşırıyorlar anlamıyorum, açıkçası bu şaşkınlığı da samimi de bulmuyorum. Balyoz davası ile ilk kez şiddet yoluyla süreci istenen yöne çevirme, birilerini yola getirme operasyonu bu ülkede suçüstü yakalanmış ve mahkûm edilmiştir. Kim ne derse desin, bu ülkenin geleceği için bu kendi başına önemlidir.
PKK'nın kullandığı şiddet de, bu ülkede şiddet yoluyla terbiye etme deneyiminin somut bir ürünüdür. PKK kadroları, devletin davranışlarına gizli açık yön veren odakların temel alışkanlıklarından soyutladıkları, varlık nedenleri olan şiddeti programlarına ulaşmanın biricik yolu haline getirdiler.
Orhan Miroğlu geçen gün Mehmet Ali Birant'ın konuğu olarak CNN'de yaptığı konuşmada; “PKK’nın kan ve acı ile yoğrulmuş bir hikayesi var, gücünü buradan alıyor” dedi. Doğrudur, ama kan ve acı içinde şekillenmiş bir hikâye, çevresinde kan ve acıya neden olacak şekilde inatla sürdürülüyorsa, artık var olma nedenini de yitirir, gücünü de. Daha fazla kan ve acıya neden olmadan bu hikâyeye bir nokta koymak gerekir. Her iki tarafında burada sorumluluğu vardır.
Haklı olduğunuz yere hakkınız olmayan bir yöntem ile ulaşamazsınız. Kullandığınız yanlış yönteme esir olduysanız işiniz bitmiştir. Şiddetin sonu olmaz. Çünkü şiddetten terbiye aracı olmaz. Şiddetin olduğu yerde huzur, samimiyet, dostluk, sevgi, saygı, moral üstünlük olmaz. Şiddeti kullanan devlet de olsa, örgüt de olsa bu böyledir.
Şiddet kullanarak şimdiye kadar kimse yola getirilemedi. Hiçbir sorun kalıcı olarak çözülemedi. Şiddet bu güne kadar hep kullananın elinde patladı, şiddeti yöntem olarak kullanmaya devam edenlerin elinde patlamaya da devam edecek. Sorunlar sonuçta anlaşmayla, yani karşılıklı birbirini anlama iradesiyle çözülür. Yani demokrasi içinde çözülür.
Soruyorum, bunun kafalara dank etmesi için şiddete daha ne kadar kurban vermemiz gerekiyor?
Yorum Yap