- 10.06.2016 00:00
Oliver Roy ve Kepel, Nilüfer Göle ve bu çizgide İslami hareketleri kategorileştirenler “kültürel İslam-siyasal İslam” ayrımını yaparlar. Roy ve Kepel gibi İslamologların gayesi ayrıştırarak tanımlamaktır, ancak hareketlerin karakteristik özelliklerini anlamak/anlaşılır kılmak için gruplandırmak mümkün. Kategorileştirme ile sınıflandırma/gruplandırma ayrı şeylerdir. Bu mülahaza ile Roy’un “Siyasal İslam’ın İflası”nı ilan ettiği ilk günden İslami akımları kategorileştirmeden anlamak ve anlaşılır kılmak maksadıyla gruplandırmanın yapılabileceğini savundum.
Roy maksatlı olarak “kültürel” ve “siyasal” olanın arasında varolan kadim-tarihi ve etkin İslami oluşumları görmezlikten geldi ki, bunlara ben “sosyal-sivil İslam” denilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sosyal Müslümanlığın diğerlerinden farkı özünde karşıt olmayıp siyasete mesafeli olmasıdır. Hükümet dışı, gönüllü ve özerk yapılar olması da, modernleşme sürecine girmiş Müslüman toplumların sivil karakterine işaret eder. İslamologlar geleneksel tarikatlardan ve göçle ortaya çıkmış bulunan cemaatlerden oluşan bu esaslı toplumsal grupları yani sosyal İslam’ı görmediler.
Kültür, sosyal ve siyasi alanlar arasında ortaya çıkan bu farklılaşma sadece Türkiye’ye özgü değildir. İslam dünyasının her yerinde benzer farklılaşmalar gözlenmektedir, bu da toplumsal hayatın tabiatına uygundur. Türkiye tecrübesi diğerlerine göre daha belirgindir, Osmanlı’nın yıkılışından beri kesintisiz devam etmektedir. Türkiye’nin otoriter modernizmi tecrübe etmesi, tekparti yönetimi ve demokrasiye geçildikten sonra da İslami hayatın ve görünürlülüğün kamudan uzak tutulması, siyasi inisiyatif kazanmaları durumunda Müslüman grupların nasıl yöneteceği konusunu önemli kılmaktaydı. Biz hep Türkiye’nin kendine özgü yapısı ve tecrübesi olduğunu, iktidar olunduğu takdirde diğer bölgelerde yaşanan trajedilerin yaşanmayacağını düşünürdük.
1979’da İran’da devrim oldu. Devrim tabii ki büyük bir çalkantıydı, bazı yapıları altüstü etti. Bu altüst oluşta Şeriatmedari, Muntazıri ve Süruş gibi büyük isimler dahi hasar gördü. Ama Sünni dünyadaki çalkantı ve çatışmalarla mukayese edildiğinde yine de İran’ın daha az hasarla yoluna devam ettiğini söyleyebiliriz. Sudan, Hasan Turabi’nin fikri önderliğinde muazzam bir siyasi değişimi gerçekleştirdi fakat modern tarihe örnek sayılabilecek bir anayasa sürecine imza atma başarısını göstermişken, askeri darbe ile her şey altüst oldu. Tabii ki en dramatik olay Afganistan’da yaşandı. 1984’te eğer Hizb-i İslami ve Cemaat-i İslami basiretli davranıp aralarında ittifak kurabilselerdi, ne Taliban türer, ne Afganistan’ın içine düştüğü kaos Pakistan’ı da derinden sarsardı. Mısır’da İhvan ve Selefilerin bir araya gelememeleri, askeri darbeye kolaylık sağladı. Libya ve Suriye’de durum ortada. Şii-Sünni çatışmaları, Yemen’deki Zeydi-Şafii savaşı bambaşka bir dram.
Türkiye farklı olabilirdi. Maalesef olamadı. Eğer her bir grup, kendi özerkliğini koruyup diğeriyle işbölümü yapma basiretini gösterebilseydi 2002 ile başlayan süreç Türkiye’yi Ortadoğu’da yol gösteren role sahip kılardı. Kabul edelim, Müslümanlar iktidarı paylaşamadılar, adil bir iktidar oluşturamadılar. 1960’tan bu yana kazanımlarının neredeyse tamamını kaybettiler; parlamenter demokrasiye geçildiği 1950’den bu yana özgürlükler ve haklar meyanındaki kazanımlar da elden çıktı.
Bunun birden fazla sebebi var. İki sebep önemli: Biri Türkiye İslamı’nın iki ana damarı Milli Görüş-İslamcı akım ile Nurcu akım(lar) arasında bir türlü giderilemeyen uyuşmazlık; diğeri tarikatların ve cemaatlerin 21. yüzyılda iktidar ışığını görür görmez Osmanlı geleneğine dönüp devletin toplumdaki uzantısı ve imtiyazlı grubu olma yolunda yarışa girmeleri. Müslüman fikir adamları ise kolayca “aydın-akademisyen” sıfatıyla devletin resmi veya sivil memuru olmayı kabullendiler.
Türkiye’yi model seçen, bir yanlışı tekrar etmiş olur.
Yorum Yap