- 26.09.2014 00:00
Türkiye dış politikası önemli bir sınavdan geçiyor. Bu sınav ilk bakışta sadece bölge dengeleri ve Türkiye'nin sıcak çıkarlarıyla ilgili gibi görünse de, aynı zamanda Türk siyasal sisteminin genel yönelimiyle de yakından ilgili.
Dış politika AK Parti'nin, AK Parti Türkiyesi'nin öyküsünde son derece önemli ve kimlik oluşturucu bir yer tutuyor. Yerleşik cumhuriyet geleneğine oranla bir 'kırılma'yı, hatta bir 'kopuş'u temsil ediyor.
AK Parti'nin dış politikasını tanımlamak için pek çok tabir kullanıldı. 'Oyun kurucu', 'pasif güç', 'komşularla sıfır sorun' gibi kavramlar bizzat Başbakan Davutoğlu tarafından ortaya atıldı. Ancak Türk dış politikası bunlar yanında tam tanımlanmamış bir iddianın da taşıyıcısıdır.
Bu iddiayı 'medeniyetçilik' olarak isimlendirmek pek yanlış olmaz. Medeniyetçilik aslında, Batı'yla ilişkiler çerçevesinde muhafazakar kesim için eski ve temel bir zihniyet taşı, bir hülyadır. Diğer medeniyetlere 'pasif, yarışçı bir meydan okuma' arzusudur. O zaman özellikle, bugün için, diğer medeniyetlerden kopmadan, hatta onlarla etkileşim içinde, ülkenin ait olduğu kültürel ve tarihi dünyanın, medeniyetin siyasi kurumlarını, kavramlarını ve modelini inşa etmek, alana sürmek demektir, medeniyetçilik. Batı modernitesinin, hassasiyetlerinin, hakimiyet şemasının ve en önemlisi kurumsal değerlerinin yanında, kendine has, kendi tarihsel verilerinden, toplumsal değerlerinden ve geleneklerinden doğan etkin ve alternatif bir siyasi varoluş modeli üretmek demektedir.
Bu model 'İslami değerler'e, 'Türk tarihine ait hafıza'ya, 'devlet, siyaset geleneği'ne referans vermek, bu çerçevede içeriye yönelik bir 'aidiyet ve özgüven siyaseti' üzerine oturmak kadar, bir 'değer ve yaşam havzası'nı da tarif etmektedir.
Nitekim Türkiye dış politikasında medeniyetçilik eğilimini her şeyden önce Ortadoğu'ya, Arap ve Müslüman dünyasına verdiği önemli yer, bu dünyada oynamaya çalıştığı rolle ifade etmiştir.
Davutoğlu'nun Genel Başkan adayı olarak kongrede yaptığı konuşmada ve hükümet programında pek çok referansı bulunan bu eğilim Arap Baharı'yla iyice görünür hale gelecektir. Mısır'dan Tunus'a, Körfez ülkelerinden Suriye'ye uzanan bir 'toplumsal hareketlilik' ve 'siyasi kabarma' medeniyetçilik fikrine yeni bir derinlik katmıştır.
Bu hareketlilik, bölgedeki diktatörlük düzenini ters yüz ederken, baskı altında tutulan toplumsal enerjiyi açığa çıkarıyor, bu toplumsal enerjinin tanımlayıcı ögesi İslam olduğu oranda, bölgede 'toplum-siyaset-din' arasında yeni temaslar yaşamaya başlıyordu. Bu temas yeni ayrışmaların, kurumların, düzenlerin, rejimlerin inşaası anlamını da taşıyor ve Türkiye'deki medeniyetçi eğilimin direnemeyeceği müthiş bir kurulum alanı oluşturuyordu.
Bu koşullarda Türkiye'nin Sünni kabarmasını kuşatan Arap baharı çerçevesinde, bu siyasi alana, adı konmamış bir tür 'Sünni çoğulculuğu fikri'yle girmesi tarihi açıdan kaçınılmaz bir durumdu.
Bu açıdan iki motifin altını özellikle çizmek gerekir. Türkiye bu havzada din-siyaset karşılaşmasında hem radikal ve monolitik yapılanmalar karşısında dolaylı bir tavır alıyor, hem çoğulculuk fikri üzerinden İhvan gibi eğilimleri destekleyerek, İran'ın Şii koridoru politikası karşısında dengeleyici bir rol oynayarak bu havzanın oluşması iddiasını taşıyordu.
Daha aktif, daha iddialı, daha angaje bir Türk dış politikasını böylece izlemeye başladık. İhvan ve Hamas bağları bu çerçevede anlam ve derinlik kazandı.
Arap Baharının, otoriter rejimlerin devrildiği Türkiye'nin desteklediği anlayışın iktidara geldiği birinci evresinde, Türkiye model ülke iddiası ve itibarını kullanmış ve dış politikası değerlenmişti. Erdoğan Mısır'da laiklikten söz ediyor, Batı Türkiye'ye örnek ülke olarak bakıyor, İhvan gibi hareketler gözlerini Türkiye'ye çeviriyordu.
İkinci evre iktidara gelen siyasi hareketlerin zorlanması, Mısır'da olduğu gibi darbeler ve geri dönüşler yaşaması oldu. Türkiye de bu evrede taraf oldu, darbecilere ve onu destekleyenlere, özellikle Batı'ya karşı sert tavır aldı, İhvan'la bir tür özdeşlik ilan etti. Sünnicilikle suçlanması, teröre destek verdiği, çizgileri aştığı, otoriterleştiği iddiaları bu evrede ortaya çıktı.
Son evre, malum, ılımlı hareketlerin devre dışı kaldığı ve Esad rejiminin direndiği kaos ortamında IŞİD üzerinden Selefi bir ayaklanmanın yaşanmasıdır. Türkiye bu aşamada IŞİD'e karşı koalisyonun parçası olmaya zorlanıyor. Mesele, IŞİD'le mücadeleyi özgül ağırlığını koruyarak, siyaset üzerinden, yaşam havasını demokrasiyle koruyarak, çoğulcu yapı dönüşlerini bu çerçevede kollayarak yapabilmesidir.
Türkiye dış politikası için de medeniyetçilik iddiası için kritik bir noktadayız...
***
Dün yayınlanan yazımda yer alan 'Türkiye'nin Suriye'de ve Rojava'da El Nusra ve IŞİD tipi örgütlere göz yumması, destek vermesi' sözleri, bir dizi spekülasyona neden oldu. Kötü kullanım ve niyetleri dikkate alarak şunu söylemek isterim: Destek, her zaman askeri destek ve işbirliği anlamına gelmez, faydacı bir şekilde 'kollama ve göz yumma' da bir destek türüdür. Nitekim Maliki rejimi üzerinden IŞİD türü yapılara, Esad'a karşı El Nusra tipi yapılara, diğerleri arasında en çok göz yuman ülke şüphe yok ki, bugün onu bombalayan ABD'dir.
Dün bana karşı bu yazı üzerine 'kripto' gibi, 'hain' gibi ahlak dışı ifadelerle yapılan saldırılarda eksik olan her zaman olduğu gibi 'ahlak' ve 'zeka'dır.
Yorum Yap