- 9.10.2012 00:00
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu'nun gazetecileri, gazete patronlarını, askerleri davetiyle geçen hafta yeniden başlayan 28 Şubat tartışmaları, yeni davetlerle bu haftaya yayılacak.
Komisyonun çalışmalarını önemsemek gerek.
Meclis'in halk adına oluşturduğu komisyonlarda soruların sorulduğu, tanıklıkların dinlendiği ve bunların basın üzerinden kamuoyuna aktarıldığı, tartışma ve arınmayı teşvik eden bu tür girişimler, şüphe yok ki, yüzleşme hamleleridir.
Yüzleşme, bir yönüyle hatırlama ve hatırlatmadır.
Ne var ki, 28 Şubat bugün açılan tartışmada bir kaç konuya ve sorumluluğa indirgeniyor.
Oysa 28 Şubat'ın iç içe ama farklı birden çok öyküsü vardır.
Şüphe yok, 'siyasi ve askeri öyküler' en bilinenleri en önemlileridir.
Ancak başlangıç öyküsü 'sosyolojik'tir.
1980'li yıllarda başlayan bu sosyolojik öykü, çeşitli girdilerle ekonomik yapıdan toplumsal yapıya, siyasi ittifaklardan kültürel aidiyetlerin önem kazanmasına uzanan bir 'değişim süreci'ni kuşatır. Bu sürecin en önemli ve en doğal sonucu toplumun merkeziyle çevresi arasındaki mesafelerin azalması, bu azalışın görünür ve aktif hale gelmesi olmuştur.
Toplumsal hayatın kimi doğal kuralları vardır. Mesafe azalması, bu azalıştan kaynaklanan kimi yer değiştirmeler, örneğin kaynak çeşitlenmesi ve transferleri, sınıfsal yeni yapılanmalar, kültürel talepler, yaşam biçimi mücadeleleri olarak toplumsal ve siyasal gerginlikleri kaçınılmaz hale getirir.
Türkiye'de de öyle olmuş, 90'lı yıllar, modernliğin kaçınılmaz aşamalarından birisini oluşturan merkezle çevre arasındaki mesafenin azalmasından kaynaklanan kriz dönemine tanıklık yapmıştı.
Ancak bu mesafe azalışının sadece ekonomik aktörlerle ilişkili olmaması, kültürel unsurların belirleyici bir rol oynaması, hatta ekonomik olanı yönlendirici etkide bulunması, Erbakan'ın RP'sinin seçimlerde birinci parti, daha sonra iktidar partisi haline gelmesi, merkez-çevre karşılaşmasının şiddetini arttırmış, hatta niteliğini etkilemişti...
İlk sonuç, toplumun merkezinden çevresine yönelik korkular, güvensizlikler, ithamlar, dışlama çabası olmuştu.
Bunlar bize gösterir ki, 28 Şubat aslında askeri bir müdahale olmadan önce hemen herkesi içine alan, mahalledeki dindar bakkalı boykot etmeye kadar varan, İslamofobik yönler içeren toplumsal bir endişe ve kutuplaşma dönemidir.
İslami kesimin görünür olmasından, kamu alanında kendisini ifadeye, pazarda ve ekonomik düzende payını talep etmeye, hakkını arayıp kullanmaya değin uzanan bir 'eşitlenme' sürecine toplumun merkezinin verdiği korku ve güvensizlik, tahkir ve küçümseme merkezli sınıfsal bir tepkidir.
Bu yön ihmal edilerek, 28 Şubat sadece (ölümcül sonuçlar verecek olmasına rağmen) bir askeri müdahaleye indirgenerek anlaşılamaz...
Bu tartışmada bu boyutu gözardı edersek, 28 Şubat'ın diğer askeri darbelerden farkını göremeyiz.
28 Şubat'ta basının rolünü 'bir darbe sonrası tutum' alışla değil, 'darbe hazırlayan aktör' oluşla neden oynadığını anlayamayız.
Belki de en önemlisi bugünün önemini ve değerini, son 10 yılda gelinen noktayı kavrayamayız...
Şöyle söyleyelim: Toplumsal bu tür tepkilerin hesabını sadece tarih ve ahlak sorabilir.
Nitekim soruşmuştur, sormaktadır...
Bu tepkinin basından iş dünyasına, üniversite seçkininden askeri ve sivil bürokratik seçkinine değin öndeki taşıyıcıları her anlamda öncelikle toplum ve piyasa tarafından tasfiye edilmişlerdir.
Bunu talep eden toplumdur.
Bunu sağlayan ve mümkün kılan toplumsal meşruiyettir.
Korku ve güvensizlik basını üzerinden atan, eşitliği adım adım sindiren başta toplumsal merkez olmak üzere, farklı toplumsal kesimler, kutuplaşma ve kriz ruh halinden önemli ölçüde arınmıştır. Toplumsal gruplar demokrasiye, özgürlüğe, haklara bakış açısından birbirine yaklaşmıştır.
Bunu çeşitli toplumsal, kültürel ve siyasi etkileşimler ile son 10 yılın reformcu politikaları sağlamıştır.
Sonuç önemlidir:
28 Şubat sonrası değişim, farklı kesimler bir siyasi bir uzlaşma değildir. Toplumsal bir iç içe geçiş ve buradan kaynaklanan uzlaşmadır.
Toplum hükmünü vermiş ve yol almaktadır.
Bu öykü hiç unutulmamalıdır.
Yorum Yap