“Analar ağlamasın”dan “Analarını ağlatacağız”a nasıl gelindi!

  • 28.12.2015 00:00

 AKP-Erdoğan siyasi hareketinin iktidara geldiği 2002 yılı itibarıyla bölgeye ve ülkeye baktığımızda karşımızda şöyle bir tablonun yaşandığı görlmekteydi: Türkiye, kangrenleşmiş yapısal sorunları ile boğuşup dururken, siyasi ve ekonomik açıdan tam bir çıkmazın içindeydi. Ayrıca uzun süredir çözüm yolu bulunmayan “Kürt sorun”u toplumsal dokuda ciddi bir parçalanma sinyalleri veriyordu.

İşte bu koşullarda geleneksel siyasal islami çizgiden kopan bir kısım unsurlar, “Milli Görüş” gömleğini “sırtlarından çıkardıklarını” ifade ederek, batı normlarında demokratik bir düzen inşaası ve kangrenleşmiş sorunları çözme vaadi ile siyasi arenade boy göstermeye başladılar. İki bin yılında, Ecevit’in başbakanlığında oluşturulan DSP-ANAP-MHP kooalisyon hükmetinin ekonomik krizin içine yuvarlanması çözüm alternatifi olabilecek bir siyasi yapılanma bulunmaması, yurttaşlar açısından tam bir çıkmaz sokağı işaret ediyordu. Bu koşullarda ortaya çıkan AKP-Erdoğan hareketi, T.C. yurttaşlarının önemli kısmı açısından bir umut olarak algılandı. Bu umut, ortaya çıkan yeni siyasi anlayışa iktidar kapısını araladı. İşte bu koşullarda AKP-Erdoğan hareketinin AB normlarında demokratik değişim ve dönüşüm çağrısı, yurttaşlardan ve küresel güçlerden de destek aldı.  Küresel güçler, bölgesel istikrar bakımından önemli jeopolitik konuma sahip olan Türkiye’de çökme noktasına gelmiş sistemin, AB normlarını esas alan bu yeni siyasi güç tarafından restore edilmesi önemli bir kazanım olacağı açıktı. Mevcut statükoyu değiştirme vaadi 2012 yılında yapılan parlemento seçimlerinde Türkiyeli yurttaşların desteğini alarak AKP-Erdoğan hareketine tek başına iktidar olmasını sağladı.

Ortadoğu soğuk savaş sürecinin sona ermesiyle  yeniden “dizayn edilmeyi bekleyen” bir sürece girmişti. Irak’ta Saddam Hüseyin başkanlığındaki Baas iktidarı, içeride Kürtlere ve Şiilere kan kustururken, dışarıda komşusu Kuveyt’i işgale yönelmesi bölgesel “istikrar” açısından yeterince tehdit olduğunu göstermeye yetti. Bu işgal soğuk savaşın galipleri olan ABD önderliğindeki batılı koaalisyonun bölgeye müdahalesinin fitilini atşlemeye yetmişti. ABD ve batılı devletlerin ihtiyaçları dikkate alındığında, bölge tam bir enerji havzası niteliğindeydi. Bölgenin İslam kimliği dikkate alınmak suretiyle düzenlemeye gitmek zaruri bir ihtiyaç olarak kendini dayattıyordu. Böyle bir zaman diliminde, Erdoğan önderliğindeki siyasi hareketin, batılı değerleri esas alan bir siyasi anlayışı  İslam Dünyası’na  taşıma olasılığı, batı dünyasında kendisine ciddi bir “meşruluk” zemini yarattı.

Türkiye’yi yaklaşık yüz yıldır yönetme gücünü elinde bulunduran geleneksel “İttihat”çı anlayışın “Anadolu” yu Türkleştirme ve İslamlaştırma çabası, bu coğrafyada eşi emsali görülmemiş acıların yaşanmasuna neden oldu. Geleneksel asker-sivil bürokrat kadrolar ve bu iktidar gücüne sırtını dayayan mütagalibe ve cumhuriyet sonrası devlet eliyle yaratılan “milli” burjuvazi, iktidarında kalıcı olabilmek için; muhaliflerine ve kendileri gibi olmayan veya kendileri gibi düşünmeyen, en azında kendilerine kayıtsız şartsız itaat etmeyenlere karşı her türlü baskıyı reve görmekten hiç bir zaman geri durmadı.

Rusya’da yaşanan 1917 Ekim Devrimi ile iktidarı ele geçiren sosyalistlerin üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuvaziyi ve toprak sahiplerini iktidardan uzaklaştırıp mülklerine el koyması ve bütün dünyada bu iktidar anlayışını yaygınlaştırmaya yönelik çaba ve çağrıları, kapitalist üretim modelini esas alan batının gelişmiş kapitalist- emperyalist güçleri arasında büyük bir paniğe neden oldu. Diyebiliriz ki yirminci yüzyıla bu iki anlayışa sahip güç arasındaki çekişme damgasını vurdu. Bu nedenle bu iki büyük güç açısından dünyanın geri kalanına bakışta etkili olan şey, diğer ülkeleri yöneten iktidarların kimin yanında yer alıyor olmasıydı.

Osmanlı İmparatorluğunun tarih sayfasından silinme sürecinde yaşanmaya başlanan bu çatışma Anadolu’da birinci Dünya Savaşı sırasında yenilgiye uğrayıp kaçmak durumunda kalan İttihatçı ardılları açısından tarihi bir fırsat yaratarak kendilerine iktidarlaşma kapılarını araladı. Boğazları yeni kurulan SSCB kontrolüne kaptırmak istemeyen batı emperyalizmi, Aadolu’da iktidarı ele geçiren bu güçlere karşı ılımlı yaklaştı. Aynı şekilde SSCB’de boğazların doğrudan Emperyalist devletlerin kontrolüne geçmesinin ve Anadolu’da bu güçlerce mandatörlük  sisteminin inşa edilmesine karşı, Anadolu’nun kısmen de olsa, daha bağımsız davranacağına inandığı bu ittihaçı iktidarın eğemenliğinde kalmasına destek verdi. İşte bu iki büyük gücün çatışmasının merkez noktalarından birinde yer alan Anadolu’nun iç iktidarına büyük bir serbestiyet sağladı. Her iki güçte Anadolu’da iktidar sahiplerinin kendi halkına karşı ne tür politika uyguladığı ile ilgilenmedi. İstedikleri tek şey, bu iktidarın, kamplar arasında kendisine biçilen statükoyu bozacak bir pozisyon değişikliğine gitmemesiydi. Bunun farkında olan iktidar sahipleri, bu iki güç arasındaki kavganın kendisine sağldığı zırhla içeride pervasız bir baskı ve sömrü sistemi uyguladı. Halk muhalefetinin iktidarın zırhında açtığı gedikler 1960, 1970, 1980 darbeleriyle onarılıp tahkim edildi.

Bu durum, bindokuzyüz doksanlı yılların başında SSCB’deki iktidar değişimi ile son bulunca Ortadoğu ve Türkiye yeni gerginliklere ve istikrarsızlıklara sürüklendi. Batı açısından Andolu’daki iç iktidarı ayakta tutmak için; bedel ödeme dönemi sona erdi. Gelişen Anadolu burjuvazisinin örgtlendiği siyasal islam hareketi ve Kürt halkının muhalefeti, geleneksel iktidarı önemli ölçüde yıprattı. Bu baskıya direnme gücü her gün biraz daha zayıflayan iktidar, büyük ölçüde güç kaybetmeye başladı. Bu değişim, geleneksel İttihatçı iktidar için sonun başlangıcı oldu.

Fransız devrimi sonrası, dünyada gelişen ulusal akımlardan etkilenen bütün toplumlar gibi Kürtlerde bu akımdan etkilendi. Bu etkilenme sonucu Kürt egemenleri egemenlik alanlarını genişletip, pekiştirme anlayışıyla Osmalı İmparatorluğu içinde kendilerine yeni bir statü talep etmeye başladılar. Osmanlı eğemenlerinin imparatorluğu merkezileştirerek “toprak kayıp”larını önleme çabasının yaşandığı zaman dilimine denk düşen bu süreç kaçınılmaz olarak çatışmalara neden oldu. Bu çatışmalar Kürtler açısından hak kayıpları ve büyük bir yıkımla sonuçlandı. Bab-ı Ali, bu süreci “Kürdistan’ın fethi” olarak tanımlayıp, 1847 yılında düzenlenen Kürdistan Eyalet Kanuname”siyle, tek taraflı olarak Kürt Mirlikleri ile olan ilişkisini merkezileşme lehine değiştirdi.

Bu durum bölgede istikrarı sağlamak bir yana çatışmaları daha da derinleştirdi. Yaklaşık İki yüz yılı aşkın bir süredir bu coğrafyada yaşayan Kürtlerin hak ve iktidara ortak olma talebi  baskılarla kırılıp, kabul edilmez bir statüko içerisine  hapsedilmeye çalışıldı. Bu durum her seferinde yeni bir baş kaldırının nedeni ve habercisi oldu. Sonuçta Cumhuriyet dönemi iktidar sahiplerinin Kürtlere tanıdığı tek bir hak Türklükle “şereflenme” hakkı oldu. Kürt olarak yaşama talebi, büyük baskı ve işkencelerle kırılmaya çalışıldı. Bunun karşılığında Kürtlerin iktidara cevabı daha büyük bir direniş örgütlemek oldu.

Kuzyde Koçgiri, Piran-Şeyh Said, Ağrı, Dersim başkaldırıları, Güneyde Şeyh Ahmet Barzani, Şeyh Mahmut Berzenci, M. Mustafa Barzani önderliğindeki KDP başkaldırısı, Doğuda Mahabat Cumhuriyeti, Kürtlerin hayatları pahasına köleliğe direneceklerini bütün dünyaya gösterdi. Güney Kürdistan’da KDP-Barzani önderliğindeki ulusal direniş, dünyadaki bütün Kürtleri derinden etkiledi. Kürdistan’ın bütün parçalarında esen bu rüzgarın etkisiyle Kurdistani harekette ciddi bir uyanış yaşanmaya başlandı.

T-KDP çevresinde gelişen mücadele Kürt aydın ve gençlerini ciddi biçimde etkiledi. Altmışlı yılları sonuna doğru DDKO çevresinde örgütlenen Kürt gençliği ciddi bir ulusal uyanışın kitlelere taşıyıcısı oldu. Bu uyanış 1970 Faşist darbesiyle bastırılmak istendiyse bile, Kürt yurtseverleri çok daha büyük bir direniş ruhunu içinde geliştirdi. 1973 yılından itibaren Bağımsız Birleşik Kürdistan hedefli birçok siyasi yapı ortaya çıktı ve Kürt toplumunu derinden etkiledi. Bu uyanışı bastırmak isteyen Türk egemenleri 1980 faşist darbesiyle aklın almayacağı zulümlerle Kürtleri asimle etmek için akla hayale gelmeyen insanlık dışı yöntemlere başvurdu.

  1. Öcalan’ın, Mahir Sayın ile yaptığı röportajı içeren “Erkeği öldürmek” kitabında anlattığına göre 1980 öncesi büyük ölçüde MİT tarafından finanse edilen PKK, Öcalan’ın 1979 de Suriye’ye geçmesinin ardından büyük ölçüde Suriye muhaberatının kontrolüne girdi. Bu doğrultuda alınan kararlar uyarınca 1984 yılında T.C. karşı silahlı mücadele başlatıldı. PKK saflarında iktidara karşı silahlı mücadeleye kalkışan Kürtler (Bu savaşı kimlerin örgütleyip, başlattığının, amaçlarının ne olduğunun Kürtlere uygulanan statükoyu red eden Kürtler açısından hiç bir anlamı yoktur. Özellikle bu statükoyu red eden Kürt gençleri, hayatları pahasına, kendilerine bu statükoyu reva görenlere bir bedel ödetmenin tek yolunun devlet güçlerine silahla karşı koymak olduğuna inanmış görünmektedirler.) devlet iktidarının çirkin yüzünü bütün çıplaklığıyla herkese gösterdi.

Kürtler arasında başlatılan silahlı saldırı siyaseti, Kürtlere her türlü baskıyı, eziyeti reva gören Türk Devlet İktidarına karşı başkaldırının tek yolu olarak görüldü.  Bu mücadele büyük kayıplarına karşın, her geçen gün biraz daha destek görmeye başladı. Kürtler açısından kabulü imkansız görünen statükoyu devam ettirmenin T.C. açısından da büyük bir faturası oldu. Ancak buna karşın yanlışta ısrar edildi.

  1. Öcalan’ın, Mahir Sayın ile yaptığı röportajı içeren “Erkeği öldürmek” kitabında anlattığına göre 1980 öncesi büyük ölçüde MİT tarafından finanse edilen PKK, Öcalan’ın 1979’da Suriye’ye geçmesinin ardından büyük ölçüde Suriye muhaberatının kontrolüne girdi. Bu doğrultuda alınan kararlar uyarınca 1984 yılında T.C.’ye karşı silahlı mücadele başlatıldı. Kürtler arasında başltılan silahlı saldırı siyaseti, Kürtlere her türlü baskıyı, eziyeti reva gören Türk Devlet iktidarına karşı başkaldırının tek yolu olarak görüldü. Bu mücadele büyük kayıplarına karşın, her geçen gün biraz daha destek görmeye bşladı. Kürtler açısından kabulü imkansız görünen statükoyu devam ettirmenin T.C. açısından da büyük bir faturası oldu. Ancak buna karşın yanlışta ısrar edildi.

Öcalan’ın 1999’da Türkiye’ye teslimi ile yeni bir süreç başlamış ve PKK silahlı mücadeleden vazgeçmiş olsa da, Kürtlerin hak talebi daha büyük bir depremin habercisi gibi, sinyaller vermeye devam etti. Halepçe Katliamı sonrası Güney Kürdistan’da BM’nin aldığı kararla uygulanan uçuşa yasak bölge statüsü, bu bölgede Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerinin kapısını araladı. Bölgesel güçlerin tezgahladıkları oyunlara birçok kez birbirlerine silah doğrultan Kürt siyasi hareketleri, sonuçta küresel güçlerin ağırlıklarını koymasıyla bir uzlaşı sağlayıp kendi bölgelerinde nispi bir istikrar sağladılar. ABD’nin Iraka asker sevki ve Baas- Saddam’ın iktidarının son bulması Kürtlere yeni bir dünyanın kapılarının açılmasının habercisi oldu.

Durumu “kırmızı çizgi”ler çizerek tehditlerle kontrol altında tutmaya çalışan egemen Türk güçleri bunda başarılı olamadı. C.Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanı, M.Barzani’nin Federe Kürd Devleti Başkanı olduğu bu süreçin neyin habercisi olduğunu gören egemen güçler Türkiye’de yaşayan Kürtler arasında Barzani ve Talabani’ye karşı gelişen sempatiye dur deyip bu gelişmeyi Güney Kürdistan’da boğmak için Türkiye’de iktidarda bulunan AKP-Erdoğan’a rağmen 2004 yılında İmralı’da A. Öcalan’a tasfiye ettirdikleri PKK’yi yeniden kurdurtma görevini tekrar A. Öcalan’a vermişlerdir. Kurulan yeni PKK’ye silahlı mücadeleye hazır olması talimatını İmralı’dan verdiren Öcalan, silahlı mücadelenin yöneleceği hedefi de “ilkel milliyetçi”, Amerika ve İsrail “ajan”ı olarak tanımladığı M. Barzani ve C. Talabani olarak gösterdi. Bunun nedenini de bölgede ikinci bir İsrail olarak tanımladığı “Kürdistan Devleti”nin kuruluşunu engellemek olarak gösterdi. Verilen talimatlar uyarınca PKK yeniden kurdurulup, silahlı mücadele kararı aldırıldı. Bu siyasete karşı olup barışçıl mücadeleye destek veren güçler PKK içerisinde hain ilan edilip tasfiye edildi. Silahlı mücadeleye karşı çıkan kesimin bir kısım önderleri suikastlar düzenlenerek (Kani Yılmaz, Kemal Sor, Hikmet Fidan …. gibi.) öldürüldü. Bu süreç A. Öcallan ile Avukatları arasında yapılan görüşme tutanakları üzerinden dizi filim gibi, haftalık bölümler biçiminde herkesin görebileceği şekilde internet sitelerinden dünyaca takip edildi.

ABD’nin Musul’da Türk özel timlerinin başına “çuval” geçirilmesiyle, provakasyonların önü kesildi. Bu gelişme üzerine ABD, Türkiye’de iktidara gelmiş olmasına rağmen “muktedir” olamayan ve her gün yeni bir askeri darbe tehdidi karşısında büklüm, püklüm ezilen AKP-Erdoğan iktidarına desteğini arttırarak, geleneksel asker-sivil iktidar çevrelerine de “darbe yapılmasına destek verilmeyeceği” sinallerini açıkça verdi. Bunun üzerine darbe girişimi deşifre olan bu güçler her gün biraz daha güç yitirerek adım adım iktidarlarını kaybetmeye başladılar. Ancak bu koşullarda PKK bizat Türkiye’deki derin güçlerce yeniden kurdurulup silahlandırılıp Güney Kürdistan’daki oluşuma karşı kullanmak istenirken buna güçlerinin yetmeyeceğini anladıklarından daha ucuz bir bedeli olan PKK’yi yeniden Türkiye’deki AKP-Erdoğan iktidarını zayıflatmak için iç savaşa yönlendirmek oldu. Bunu fark eden Erdoğan kendisini zayıflatmak üzere başlatılan bu savaşa son vermek için; öncelikle İmralı’yı ele geçirmeye karar verdi. MİT’in başına H. Fidan’ı getirme operasyonu neticesinde  A. Öcalan ile direkt temasa geçilip, Öcalan üzerinden PKK ve Kandil kontrol altına alınmaya çalışıldı. (Bunun karşılığında PKK’nin Kürdistan’da siyasi ve askeri gücünü kullanıp, herkesin kendisine itaatini sağlayacak uygulamalar içine girmesi, iktidarın görmezden gelmesi sayesinde meşruluk kazandı.) Erdoğan iktidarı bu politikasında bir ölçüde de başarılı da oludu. PKK silahlı mücadeleyi durdurarak “ovaya inme” sinyalleri verdi. Buna karşın iktidar Kürtlerin temel taleplerini karşılamaktan uzak, bazı adımlar atarak, Kürt kamuoyundan önemli destek sağlandı. Bunlar kürtlerin “bireysel haklar”ı olarak tanımlanıp bir kısmı, yasal düzenlemeler yapılarak tanınmış oldu. Buna karşın Kürtlerin topluluk olmaktan kaynaklanan “siyasal haklar”ının tanınmayacağı açıkça deklere edildi. Bu tavır, Kürtler açısından, iktidara yönelik beklentilerin ne denli yersiz olduğunu gözler önüne serdi. Böylece PKK, bu siyasi atmosferin yarattığ koşullarda AKP iktidarına yönelik savaşında “silahlı mücadele”ye katılacak kadro bulmakta hiç bir zorluk çekmedi.

“Arap Baharı” sürecinde, Sünni İslam dünyasının önderliğine soyunan Erdoğan, bunun için öcelikle iç savaş riski taşıyan Kürt “sorunu”nu çözmek gerekliliğinin bilincine vararak PKK’nin silah bırakmasını temin için bir yandan Öcalan faktörünü kullanırken, öte yandan PKK ile direkt temas sağlayıp görüşmelere başladı. Bu sürece “Türk Kamuoyu”nun desteğini sağlayabilmek için kanaat önderlerini ve kamuoyunu etkileyebilecek popüler isimleri “akil insanlar” tanımı adı altında devreye sokarak “ANALAR AĞLAMASIN” şiarı ile Anadolunun birçok merkezinde toplantılar düzenletip, annelerin gözyaşının dindirilmesi için iktidarlarının yapacağı reformlara destek verilmesini istedi. AKP-Erdoğan muhalifi siyasi güçler ile geleneksel iktidar çevreleri bu sürecin “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne son vereceği”nden bahisle süreci provoke etmeye kalkıştılar. Ancak halkın büyük bir yüzdesi bu barış çabasına destek verdi. İktidar küresel güçlerin desteğini de arkasına alıp, sürece muhalefet edenleri; “kandan nemalanan” güçler olarak tanımlayıp, kamuoyu nezinde mahkum etti. Bu süreç kör, topal da olsa ta ki, Erdoğan’ın Türkiye’nin batıyla ilşkilerini göz ardı edip kendi başına İslam’ı yönetme sevdasına kapılıncaya dek devam etti.

Erdoğan’ın 2012 yılında yapılan Anayasa değişikliği referandumu sonrası siyasi iktidarını iyice pekiştirip, ardından ikibinondört yılında Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması ve yürürlükteki Anayasa’nın amir hükümlerinini hiçe sayarak Başbakanı ve hükmeti tamamen kontrolü altına alıp emir ve direktiflriyle yönetmeye kalkışması ve buna karşı çıkanlar “hain” ilan edip “tek adam” olma sevdasına kapılması siyasi gerginlikleri iyice arttırdı. Bu koşullarda yapılan ikibinonbeş yılı Haziran ayı seçimleri Erdoğan’ın kendisine “Başkanlık” kapılarının açılacağı bir referandum gibi algılanıp seçim sonuçlarını kendi lehine etkileyebileceği propaganda çalışmalarına girişti. Bu anlamda milliyetçi Türklerin oyunu alabilmek için “çözüm süreci”nin rafa kaldırıldığı sinyalleri vermeye başladı. Kendi kontrolünde geliştirilen ve kamuoyunda “Dolmabahçe Deklarasyonu” olarak bilinen AKP-HDP mutabakatının yanlış olduğunu beyan etti. Artk Kürt sorununun “çözüldüğü”nden bahisle, bunan böyle ancak “Kürt yurttaşların bireysel sorunları”ndan bahsedilebileceğini iddia etti. Suriye Kürdistanı’nda İŞİD’in geliştirdiği insanlık dışı saldırılardan kendi lehine sonuçlar elde etmeyi uman Erdoğan Kobani’de yaşanan saldırıların sonuçlarını elini ovuşturarak beklemeye başlaması, Kürt kamuoyunda, Erdoğan’a inanlarda ciddi bir hayal kırıklığı yaşanmasına yol açtı. Bu nedenlerle Haziran seçimlerinin sonuçları Erdoğan’ın Başkanlık beklentilerini boşa çıkardı. Kürtler AKP’ye olan desteklerini bir anlamda geri çekmiş oldular. Tek başına iktidar olma olanağını yitiren AKP-Erdoğan, muhalefetle bir koalisyon hükmeti kurmayacaklarını ilk günden anlaşılması, Erdoğan’a altın tepside yeni bir fırsat sundu. HDP’nin seçimin ertesi günü AKP ile koalisyona kapıları kapatması tarihi bir fırsatın kaçmasına sebep oldu. Gözünü Türkiye’nin statükocu partilerine çevirip, AKP karşıtı blokta kendisine yer araması, seçim ittifakı yapıp parlementoya taşıdığı Kemalist “Türk Solcuları”nı memnun etmiş olsa da, Kürtler ve Türkiye’li emekçiler açısından büyük kayıplara neden olmuştur.

Böylesi bir süreçte erken seçim kararı alınmasını takiben İŞİD’in organize ettiği anlaşılan (arkasında değişik karanlık güçler olma ihtimalini red etmeksizin) Suruç katliamı PKK’yi yeniden Türkiye’ye karşı savaşa sokmak isteyen bölgesel güçler açısından bulunmaz bir fırsat sundu. PKK bu saldırılara karşı polis ve askerlere yönelik saldırılar başlattı.  Ankara’da aynı şekilde organize edilen yeni bir intihar bombacısı eylemi büyük sayıda insanın yaşamını yitirmesine neden oldu. PKK buna Kürt coğrafyasında yerel yönetimlerde iktidarda bulunduğu idari birimlerin bir kısmında “Öz yönetim” ilan ederek devletin asayiş güçlerinin bölgeye girmesini barikat ve hendekler kazarak engellemeye başladı. Böylece çatışmalar dahada şiddetlendi.

AKP-Erdoğan iktidarının Kasım ayında yapılan erken seçimden güç toparlayarak çıkıp tek başına iktidar olma gücünü elde etmesi, Erdoğan karşıtı güçlerin beklentilerini boşa çıkardığı. Bu koşullarda yeni bir seçim beklemeye tahhamülü olmayan güçler PKK eliyle çatışmaları daha da şiddetlendirip Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmaya başladılar. Son ondört yıla damgasını vuran AKP-Erdoğan iktidarı (Diyebiliriz ki Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası artık AKP kurumsal olarak bütün gücünü T. Erdoğan’a kaptırmış olup tamamen onun vesayeti altına girmiştir. Hiç kuşkusuz bu Türkiye için büyük bir kayıptır.) bu süre içerisinde Kürt Halkının taleplerini eşitlik temelinde karşılayarak soruna ciddi bir çözüm üretmek yerine, Öcalan üzerinden PKK’yi kontrol altında tutarak, Kürtleri aldatmaya yönelmesi, bugün yaşananların temel nedenidir.

Almanya ziyaretinde Merkel’in hazır bulunduğu bir zeminde Türklere yönelik asimlasyonu “insanlık suçu” ilan eden Erdoğan, Kürtlerin ana dillerinde eğitim almalarını “bölücülük” olarak algılayıp bu temel hakkı şiddetle red etmektedir. Avrupa’nın büyük kısmında göçmen Türkiyelilere devletler anadillerinde eğitim olanakları sağlayıp eğitim eşitliği sağlamaya çalışırken, Erdoğan iktidarının Kürtlere önerisi “ana dilinizi öğrenmek istiyorsanız, paranız ile dershane açın, para vererek, dilinizi okuyup yazmayı öğrenin.” demek olmuştur.

Bu zeminde kendilerini, siyasal ve sosyal talepleri red edilmiş, ulusal kimliği inkar edilmiş bir toplumun fertleri olarak gören Kürt gençleri, bu haksızlığa şiddetle tepki vermeyi onurlu bir insan olarak yaşamanın kaçınılmaz reaksiyonu olarak görmektedirler. Bu talepleri onlarca yıldır büyük bir zulüm ve insanlık suçu uygulanarak red edilen Kürtlerin çocukları, gençliğin bütün dünyada görülen direnç ve başkaldırı ruhu ile ateşli tepkiler verip silaha sarılmayı meşru bir hakları olarak görmektedirler. İşte bu reaksiyonu açığa vurabilecekleri ve  haklarını elde edebilecekleri tek zemin olarak kendilerine PKK saflarını görüyorlar. Çünkü siyasetin sorunlarını çözmekten oldukça uzak olduğunu görmektedirler. Bu taleplerini elde etmek için uygun araçlar üretilmedeiği sürece kürtlerin en azından bir kısmı açısından temel insani haklarını elde etmenin tek yolunun silaha sarılmak olduğuna inanmaya devam edeceklerdir. Bunun sonuçları ise karşılıklı insan kayıpları olarak karşımıza çıkacaktır.

Erdoğan’ın sabah, akşam karşımıza çıkıp “köklerini kazıncaya kadar teröristlerle her türlü mücadeleye devam edilecek” diyerek kürsülerden nutuk atması, farkında olmasa da, büyük ölçüde Kürt gençlerinin PKK saflarında ölüme koşmalarına zemin hazırlamaktadır. Bu gidiş doğal olarak devletin geleneksel politikalarına yeniden dönüş sinyalleri vermektedir. Devletin büyüklüğü, “kahredici gücü”, üzerinden Kürtleri sindirmeye yönelmek, büyük bir ayıp ve yanlıştır. Hele düne kadar bu “kahredici güc”ün mağduru olmuş bir siyasi geleneğin mensubu olan insanların, bu gücü kullanarak, ülkesinin gencecik yurttaşlarını öldürerek sorunu çözmeye çalışması kabul edilmez bir durumdur. Biraz düşünme yeteneği olan herkes, devletin “kahredici gücü”nün 1980 darbesi sonrası uygulamaları, 1984 te eline silah alan PKK’ye meşruiyet sağladığını, aynı gücün doksanlardaki vahşi uygulamalarının bugünkü PKK’yi karşımıza çıkardığını, o “kahredici gücün” bugünkü uygulamalarının ise, çok daha kötü gelişmelere yol açacağını aşikardır.

Adına ne derseniz deyin, ölen, öldürülen (asker, polis, korucu, sivil, PKK’li) her insanın bir annesi, babası, kardeşi, akrabası, yakını, arkadaşı olduğunu sakın unutmayın. Kürt geleneksel toplumunun anane ve geleneklerine göre; her ne gerekçeyle olursa olsun, birini öldürmek onun yakınlarının size silahlı olarak yönelmesini meşru kılan bir durumdur. Bölgede “kan davası” olarak tanımlanan bu durum, bilindiği gibi her gün birçok can kaybına neden olmaktadır. Tetiği çekenin devlet olması, ölümlere haklılık sağlamayacağı gibi, Kürt halkı nezdinde, yaptığına meşruiyette sağlamaz. Hele onlarca insanın bölgede “kaza kurşunu” ile yaşamından olması, kesinlikle kabul edilmez bir durumdur. Bu ölümler; devlet ile Kürt toplumu arasındaki güvensizliği daha da artırmakla kalmayıp, ciddi husumetlerin ve düşmanlıkların, zeminini yaratacaktır. Bu anlamda sokağa çıkma yasağı uygulanan bölgelerde karşılıklı can kayıpları ve sivil halkın yaşadığı insanlık dıramı, yeni bir kopuşun sinyali olmaktan öteye bir sonuç doğurmayacaktır.

Malesf yaşadığımız coğrafyada, insanı siyasi egemenliğe kurban etmeyi red eden bir Havel (Çekoslavakya’nın barışçıl tarzda bölünmesini sağlayan Devlet Başkanı) ortaya çıkmamıştır. Bu nedenle İslam coğrafyasının tamamında, su gibi kan akmaya devam etmektedir. Kendilerini “iri, diri” devletin hizmetkarı olarak gören iktidar aşığı insanların siyasi hesapları uğruna, her gün gencecik insanlarımız kurban verilmektedir. Gerek devletlerin, gerekse muhalif siyasi örgütlerin, siyasi sonuçlar elde etmek için; insan katletmesi kesinlikle kabul edilemez. Siyasi nedenlerle ölümüne neden olduğunuz her insan, (İster terörist değin, isterseniz şehit) annelerinin gözünde, bin bir güçlükle, sevgiyle büyütülmüş birer bebektir. Anneleri ağlatmayınız, unutmayın ki, bir gün anne, baba olarak ağlamak sırası size de gelebilir. 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums