Kurdistan Sorunun Tarihsel Arka Planı-4

  • 1.08.2013 00:00

 Kurdistan Sorunun Tarihsel Arka Planı-4

Kürtlerin Meşrutiyetçilerle İttifakı:

 

Sultan Abdülhamit’in toprak kayıpları sonrasında yaşanan gelişmeler sonucu, batılı devletlere ve imparatorluk içinde de, Müslüman olmayan ahaliye karşı güvensizlik geliştirdiği yukarıda anlatılmaya çalışılmıştı. Ancak gelinen noktada yeni politik manevralar yapmak kaçınılmaz görünüyordu. İşte bunoktada, tam bir çıkmaz durum ile karşı karşıya kaldığı gerçektir. Çünkü; İmparatorluğun kurumsal yapısını Tanzimat dönemi öncesine taşımanın hiçbir sorunu çözmeyeceğini biliyordu. Bunun için tek kurtuluş çaresi, karşısında her gün yeni bir yenilgi aldığı, Batılı devletlerin kurumsal yapısına ve eğitim sistemine koşullar el verdiğince, en kısa sürede ulaşmayı hedef haline getirmek kalıyordu.

 

Örneğin bu dönemde oluşturulan millet mektepleri ile batılı düzeyde eğitim verme hedefi geliştirildi. Ancak İmparatorluğun kıt kaynaklarıyla, yaygınlaştırılması düşünülen “millet mektepleri”nin,  gerçekleştirilen kısmı, arzu edilen, nicel ve nitel hedeflere ulaşmaktan çok uzaktı. Hele durum İmparatorluk içindeki, misyon okullarıyla kıyaslandığında, durum içler acısıydı. Bu nedenle eşraftan kimseler, daha donanımlı eğitim verdiği için, çocuklarını misyonerlik okullarına göndermekten kaçınmadı.

 

Osmanlıda, klasik eğitim dini ağırlıklı bir yapı gösterirken, bu dönemde Müslümanlara yönelik eğitimde millet mektepleri kanalıyla bir farklılaşma yaşanarak, eğitim daha dünyevi ihtiyaçları karşılayacak bir duruma getirildi. Bu durum özellikle imparatorluğun merkezinde farklı yüksek okulların açılmasına, yurtdışından eğitmenler getirilmesine yol açtı. Askeri eğitim veren kurumlar bile bundan nasibini aldı. Bu durum İstanbul’da dünyadaki gelişmeleri yakından izlemeye başlayan bir elit kesimin ortaya çıkmaya başlamasına neden oldu. Batı ile imparatorluk merkezi arasında deniz ve demir yollarının gelişmesi, burada yoğun bir nüfus oluşturan gayrımüslümler içerisinde, misyon merkezlerinin ve misyon okullarının çok daha fazla faaliyet göstermesini kolaylaştırdı.

 

Bunun doğal sonucu olarak, İstanbul’da farklı yayınların ortaya çıkması ve taraftar bulmasıydı. Gayrımüslümler içerisinde ve onlar üzerinden Müslüman elitleri arasında milliyetçilik fikri de Osmanlı topraklarında taraftar bulmaya başladı. Bu durum özellikle Balkan kökenli Müslüman okumuşlar arasında yaygınlaşmaya başladı. İlk başlarda Müslüman olan ve olmayan arasında ortaya çıkan yarılma da sonra etnik karakter de kazanmaya başladı.

 

Jön Türkler olarak tanımlanan Osmanlı aydınlanma hareketinin o güne kadar İmparatorluğun çözülme sürecini ve toprak kayıplarını önlemek için önerdiği “İslam’dan uzaklaşarak, batılılaşma ve batılı kurum ve yapıları taklit etme” formülünün sonuç vermediği tespit edildi. Hıristiyan tebaanın adım adım kopuşu karşısında en azından İmparatorluğun İslam coğrafyasının elde tutulmasının, devletin bekası açısından tek şans olduğu algısı içine girildi. İşte bu nedenle bir anlamda Rusya’nın Balkanlarda geliştirdiği Panslavizim karşısında, İmparatorluğun Asya yakasında Panislamizimle karşılık verildi. Bu politika İmparatorluğun dünyadaki gelişmelerden habersiz eşrafı ve dindar kesimleri arasında sevinçle karşılandı.

 

Bir yandan bu politikaya uygun söylemler geliştirilirken, diğer yandan batılı devletlerdeki kurumların transferine ve yeniliklere paralel uygulamaların hayata geçirilmesine hızla devam edildi.(Örneğin Abdülhamit döneminde bazı Avrupa devletlerinden daha önce imparatorluğun her tarafına telgraf hizmeti gerçekleştirilmiştir.) Bu politik İslami söylem değişikliği, İmparatorluğun Müslüman olmayan ahalisi kadar, batılı tarzda eğitim almış ve batıdaki düşüncelerden etkilenmiş Müslüman eliti arasında da hoş karşılanmadı.

 

“Gerçi İkinci Abdülhamit 1878’de Meclisi Mebusan-ı kapatmıştı. Meşrutiyet rejimini durdurmuştu. Ama daha öncede temas ettiğimiz gibi, Kanun-i Esasi’yi (Anayasa) resmen feshetmemiş, hükümsüz kılmış değildi. Bu kanun, her sene devlet yıllığının başında basılmaya devam ediliyordu. Yani Abdülhamit’te göre Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi yürürlükteydi.”[1]

Abdülhamit’in tek yanlı biçimde 1876 Anayasası’nı yürürlükte tutmasına karşın, parlamentoyu kapatmış olması, başından beri muhalif bürokrat-aydın kesim ile Müslüman olmayan unsurlar arasında oldukça ciddi bir muhalefette neden olmuştu.

 

Bu muhalif hareket Jön Türklerin devamı olan ve meclisin yeniden açılışını ön koşul kabul eden imparatorluğun bütün kesimlerinin içinde yer aldığı bir yapılanmaydı. Meşruti monarşiyi savunan bu kesim “Osmanlılık” kimliği etrafında, herkesimin kendini rahatlıkla ifada edebileceği bir hürriyetler iklimi yaratılarak imparatorluktaki çözülmenin önüne geçilebilineceğini savunuyordu. Abdülhamit”tin iktidar dönemini “devri istibdat” olarak tanımlayan bu hareket, devleti yıkıma götüren asıl etkenin memlekette hüküm süren “hürriyetsizlik” olduğunu, bu durum sürdükçe vatanın parçalanmaktan kurtulamayacağını temel veri kabul edip buna karşı çıkan bütün unsurlarla ittifak içinde çalışmaktaydı.

 

Kürdistan’da Tanzimat sürecinde yaşanan olayların Kürtler arasında imparatorluktan en azından manevi anlamda ciddi kopuşlara yol açtığını daha önce izaha çalışmıştık. Bu kopuş ve Tazimat sürecinin yaşattığı baskılar Kürtlerin hem dindar kesimleri arasında, hem de dünyada gelişen modernleşme ve ulusalcılık akımlarından etkilenmiş kentli aydın kesim arasında farklı arayışların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

 

Bugünkü anlamda bir ulusalcılık olması, olanaksız olsa bile, Kürtler arasında, kendi kendini yönetme arzusunun var olduğu bilinmektedir. Örneğin 1695 yıllarında yazıldığı düşünülen Ehmedê Xanî’nin “Mem û Zîn” isimli eserinde yazılı olarak ortaya çıktığını biliyoruz. Xanî bu arzusunu şöyle ifade etmektedir;

 

 

“Bizimde bir padişahımız olsaydı eğer

…….

Bize galip gelmezdi şu Rom, ona yenilmezdik

……

Olsaydı bir uzlaşma ve dayanışmamız eğer

Ve hepimiz birbirimize itaat etseydik eğer

Rom, Acem ve Arapların hepisi

Bize hizmetçilik ederdi onların hepisi

O zaman tamamlardık dini de, devleti de

Ve elde ederdik bilimi de, hikmeti de.”[2]

 

Bu duygular kuşkusuz Kürdistan’da mirliklerin yok edilmesi sürecinde yaşanan acılarla daha da yoğunlaşmıştı, 1817-1897 yılları arasında yaşayan Hacî Qadirê Koyî kuşkusuz yaşanlara ve sonrasına çok yakından tanık olduğundan bakın duygularını nasıl ifade etmiştir;

 

Botan’dan ta Baban’a kadar,

Kürdistan’ın hükümdarları ve prensleri,

Her biri ayrı ayrı,

Yüce Adaletin muhafızlarıydı;

Onlar halkın gerçek seyidleri ve şeyhleriydi

Onlardan korkan seyidler ve şeyhler,

Merhametlinin adını anarak,

Dergahlarına çekildi.

Ne zamanki onlar (Eski hükümdarlar) öldü,

İki yüzlülük peydah oldu;

Görün nasıldı saman ve ateş ve yağ gibi oldular.

Şimdi nerede Senendec’in valisi,

Revanduz’un prensi?

Nerede Baban’ın hükümdarları,

Cezira Botan’ın emiri?

Nerde Kürtlerin özgür ve bağımsız

Olduğu zaman,

Ordulara ve gizli ve özel bilgiye sahip,

Toprağın ve halkın efendileri.”[3]

 

Kürt ulus bilincinin oluşmasında hiç kuşkusuz medreselerde verilen eğitimin çok önemli bir yeri olmuştur. Cumhuriyet sonrası çıkarılan Tevhidi Tedrisat Kanunu ile medreselerin kapatılması yoluna gidilmiş ise de, kırsal alanda medrese eğitimi her şeye rağmen devam ettirilmiştir. Bu durum, özellikle Kuzey Kürdistan’da Kürtlerin kitlesel biçimde modern eğitim ile tanıştıkları 1970 yıllarına kadar böylece devam etmiştir. Tarımdaki makineleşmeyle başlayan kentleşmeye paralel olarak, kırsal kesimde verilen medrese eğitimi gerilemiş, son dönem sadece dini eğitim verilen kurumlar haline dönüşmüştür.

 

Osmanlının son zamanında geliştirilen, Millet Mektepleri üzerinden, bütün Müslüman tebaaya yönelik, nicel ve nitel anlamda yetersizde olsa eğitim verilmeye başlandığını biliyoruz. Gerek bu durumun, gerekse misyon okullarının, Kürdistan’da şehir merkezlerinde batlı değerlerden etkilenmiş, onlar gibi, olmaya çalışan, bir kuşağın ortaya çıkmasına yol açmıştı. Tanzimat süreci ve sonrasında Kürdistan’da yaşanan başkaldırılara katılmış; Bedirhan Beylerin, Baban Beylerinin, Şeyh Ubeydullah’ın vs aile efradı ile, eğitim ve görev nedeniyle son dönem İmparatorluk merkezinde bulunan Kürtler arasında batı kaynaklı düşüncelerin yaygınlaştığı bilinmektedir. Bölgelerinde var olan olumsuz yaşam koşullarına ve kendi başlarına gelenlere tepkili bu kesimler, Sultan Abdülhamit’te karşı gelişen Meşrutiyetçi hareketin içinde yer almaktan kaçınmadılar.

 

Buna karşın, Hamidiye Alayları etrafında örgütlendirilip, desteklenen ve bu ilişki üzerinden zenginleşen aşiretlerin bir avuç etkin kesimi, Abdülhamit’te niyaz etmekten başka bir duyguya sahip değildi. Özellikle Kürdistan bölgesinde, son dönem Hıristiyan tebaaya karşı geliştirilen, “tasfiye” politikası sonucu, yağma ve talan ile beslenen bu kesimler, bir de katledilen insanların evlerine, işletmelerine, bağ, bahçe ve topraklarına el koyma imkânına kavuşmuş oluyorlardı. Bu nedenle merkezi hükümete karşı olumsuz duygular geliştirmek bir yana, tam tersine kendilerine bu olanakları sağlayan saltanat makamına şükran ve sempatiyle yaklaşıyorlardı.

 

Buna karşın bölgede medreseler üzerinden eğitim almış bir avuç aydın insan, yaşanan bu vahşete ve parçalanmaya karşı duyarsız değildi. Hamidiye Alayları üzerinden, elde ettikleri gücü, diğer kitleler üzerinde tahakküm kurma aracına dönüştüren bazı aşiret önde gelenlerine karşı, bu ilişkiler içinde bulunmayan kesimler arasında, karşı tepkiler gelişmesi doğaldı. Bu nedenle imparatorluğun bu bölgesinde yaşanan “idaresizlik” durumuna karşı, muhalif bir harekette gelişmeye devam etmekteydi.

 

Ancak bölgenin diri güçleri olarak kabul edilebileceğimiz aşiret önde gelenleri, dini ulema çevresi ve taşra bürokrasisi uygulanan “panislamist” söylemin de etkisiyle, kitleler içinde Halife-Sultan Abdülhamit’te karşı bağlılık duygularının gelişmesine katkı sunuyorlardı. Bütün bunlara karşın bürokrasi ve ordu içinde, ayrıca kentli eşraf çevrelerde, devletin içine düştüğü açmaz duruma ve toprak kayıplarına kayıtsız kalmayan bazı kesimler arasında, meşrutiyetçi bir muhalefettin varlığı da bir gerçekti.

 

Yaşanan bu sürece kayıtsız kalmayan çevrelerde yeni arayışlar hızla yayılıyordu. Özelikle batılı anlamda eğitimin yoğunlaştığı Askeri okullar bu arayışların merkezi olduğu söylenebilir. Bir süre sonra imparatorluğun içinde bulunduğu parçalanma sürecine karşı meşrutiyet temelinde birliğin korunabilineceğine inanan Arapgir’li Abdullah Cevdet, Diyarbakır’lı İshak Sukuti, Ohri’li İbrahim Temo, Kafkasya’lı Mehmed Reşid ve Bakü’lü Hüseyinzade Ali’nin (Bazı kaynaklarsa son kurucunun Konyalı Hikmet Emin olduğunu belirtmektedir) kurucu olarak yer aldığı gurup muhalif bir örgüt kurdular. 3 Haziran1889 günü eğitim gördükleri Askeri Tıbbiye Mektebinde kendi aralarında“İttihad-ı Osmani” ismini verdikleri bu örgütle Saltanat Makamına karşı, meşrutiyetçi fikirler çerçevesinde örgütlü bir mücadeleyi başlattılar. Osmanlı ve İslam olarak tanımlanabilecek, ortak kimlik etrafında yan yana gelen cemiyetin kurucularının amacı, isminden açıkça anlaşılacağı gibi Osmanlının birliğini sağlamaktı. Bu yapı, daha sonra farklı şekillerde evrilerek “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ismini almıştır. Kuruluşundan kısa süre sonra, kısa zamanda, Harbiye ve Mülkiye örgencileri arasında taraftar bulan cemiyet, ciddi bir muhalif organizasyon haline dönüştü. Kurucuları arasında iki Kürdistanlı barındıran cemiyet, Kürt muhalif kesimleri arasında da taraftar bulmakta gecikmedi. Bu hareket yalnız imparatorluğun İslam tebaası arasında değil Hıristiyan tebaası arasında da sempatiyle karşılandı.

 

Meşrutiyetçi muhalefet arasında akılda tutulması gereken bir ayrılık, 1902 yılında yaşandı. Paris’te “Jön Türk Kongresinde genel olarak Meşrutiyetçi olarak bilinen bu muhalif hareket içinde iki ayrı görüş ortaya çıktı. Bunlardan birincisi Prens Sabahattin etrafında kümelenip onun düşüncelerinden etkilenmiş “Adem-i Merkeziyet”çi gurup olup, bu gurubun kurtuluş için esas aldığı idare şekli güçlü bir yerel yönetim yapısıdır. Diğeri ise daha sonra ordu içindeki muhalif kesimlerle de yakın ilişki geliştirip bunlarla bütünleşen ve başını Ahmet Rıza Bey’in çektiği merkezi devlet yapısına sahip çıkan guruptur. İttihat ve Terakki denince anlaşılması gereken bu ikinci guruptur. İki gurup arasında beli düzeyde ilişkiler 31 Mart 1909 kadar sürmüş ise de, bu tarihten sonra bu iki gurup iyice karşı karşıya gelmişlerdir.

 

Osmanlı birliği altında, Kürtlerin sorunları çözmeyi esas hedef belirleyen meşrutiyetçi Kürt aydınları, çeşitli yayın organları üzerinden düşüncelerini kamuoyu ile de paylaşmakta sakınca görmemişlerdir. İttihat ve Terraki çevresinde etkili olan Osmanlı gazetesi ile Kürdistan gazetesi ortak yayın anlayışına sahiptir.

 

Kürtçe ve Osmanlıca yayın yapan Kürdistan gazetesi için Suat Parlar, Prf. Dr. Celile Celil’den aktararak şu bilgiyi vermektedir:[4]

 

“Bu gazete önce 1898 yılında Kahire’de Mikdad Bedirhan tarafından çıkarılmaya başlanmış. İngilizlerin desteklediği Bahailerin Kahire’deki matbaasında basılmakta idi. Kahire’den Suriye yoluyla Kürt bölgelerine ulaştırılıyor, Şam’a çalışmaya gelen ‘Kürt amale’ arasında ilgi görüyor, okuma yazması olmayan Kürt hamallara sesli olarak okunuyordu.

 

Mikdad Bedirhan, Kahire’de ‘El-Ezher’de okuyan Süleymaniye ve Kerkük şehirlerinden gelen Kürt öğrencilerle de bağlantı kuruyordu. Gazete okurları üzerinde önemli bir etki yapıyordu. Kürdistan gazetesi bir süre sonra Cenevre’ye taşındı. Gazetenin başına Mikdad Bedirhan’ın kardeşi Abdurrahman Bedirhan geçti.”

 

Yazı kadrolarının bir kısmı her iki gazetede de yazmaktadırlar. Bu kadronun tanınan Kürt şahsiyetlerinden Abdullah Cevdet “İçtihat” adlı dergisinde Osmanlının genel sorunlarına ve özel olarak Kürtlerin hak ve hukukuna ilişkin olarak bakış açısını şöyle özetlemektedir:

 

“İşte bakın ben Kürd’üm, Kürtleri ve Kürtlüğü severim. Fakat mademki, hukuk ve vezaifçe mütesavi (eşit) Türkiye vatandaşlarındanım; her şeyden evvel Türk’üm. Benim Şiiliğim, Sünniliğim, mutekidliğim, hürendişliğim, ırk-ı asfer veya beyzden oluşum hususi ve fenni işlerdir. Benim bu sözümden, ben mademki Türkiye vatandaşıyım Kürt lisanı unutulsun; Kürt’lüğüm unutulsun dediğim anlaşılmasın. Bilakis, Kürt Kürtçesini, Ermeni Ermenicesini hars û ihya etsin. Bundan Türkiye’ye mazarrat geleceğine sahip olan, ancak bal kabak kafalı yahut hain ruhlu kimselerdir”[5]

 

Bir başka makalede Abdullah Cevdet dini esaslar çerçevesinde, milletler meselesine nasıl bakılması gerektiğini de şöyle açıklamaktadır;

 

“Ben Türk, Kürt namı ü sıfatıyla değil, Türkiye’nin hür ve hürendiş vatandaşı olmak sıfatıyla söylüyorum. Tevhidin en müessir çaresi tefrittir. Şüphesiz bu hüküm bir tarife görünecektir. İzah edeyim. Allah insanları tevhid etmek için tefrit etmiştir ve Kuran’ın da  ‘onları kabileler ve şubeler halinde halk ettik, taki yekdiğerlerini tanıyalar’ demiştir. Bundan da sarihan anlaşılır ki unsurlar arasında muarefe ve muvalat tesis etmesi için her unsur kendi temayyülat-ı tabiiye ve ırkiyesine serbest bir saha-ı cereyan ve tatbik bulmalıdır. Muhtelif unsurlardan müteşekkil imparatorluklarda bu unsurların ittihati yolu, münferit bir lisanın, münferit bir kanunun, münferit bir tarz-ı muamelesinin istimal ve tatbiki olduğu zehabı, zehab-ı batıldır… Tevhid-i anasır tevhid-i menfafiden ibarettir.”[6]

 

Bir başka Meşrutiyetçi Kürt, Mevlanazade Rıfatın Prens Sabhattin ile yakınlığı ve fikirdaşlığı düşüncelerinden da rahatlıkla anlaşılmaktadır. Mevlanazade Rıfatın anılarında nasıl bir anlayış içinde olduklarını şöyle ifade etmektedir:

 

“…Evet biz bütün yönetim örgütümüzü, bütün kanunlarımızı temelinden değiştirmek ve böylelikle ilerlemeyi sağlamak arzusunda olan bulunan bütün milletler gibi sosyal ve idari kurumlarımızı yeniden sağlam temeller üzerine kurmak istiyorduk.

 

Evet biz görüyorduk ki Yakova’da bulunan bir Arnavut ile Necef’de ulunan bir Vahabi’nin; İstanbul’da bulunan efendi ile Yemen’de bulunan bir Zeydi’nin; Selanik’te bulunan bir Yahudi’yle Hicaz’da bulunan bir Bedevi’nin; Konya’da bulunan bir Türk ile Süleymaniye’de bir Kürt’ün; Adalar’da bulunan bir Rum’la Van’da bulunan bir Ermeni’nin sosyal ve ruhsal durumu, gelenek ve görenekleri bir değildir. Merkezi yönetim, bir kanun hükmünü bu çeşit unsurlar üzerinde aynı etki ve kuvvetle uygulama kabiliyetine sahip değildir.

 

Evet biz, kanunların, kavimlerin örf ve adetleri göz önüne alınarak düzenlenmesini ve bütün unsurların yalnız ‘Osmanlı’ yüce adı altında köklü surette bağlanarak birleştirilmesini ve bu suretle öteden beri var olan kavimler arası anlaşmazlıkların giderilmesini istiyor, kavimlerin birliğine göre vilayet dairelerinin genişletilmesi ona göre de kanunlar düzenlenmesini esas buluyorduk.

Evet biz, her kavmin her unsurun bu suretle istidadına göre hür bırakılmasını, sosyal çevresinde ilerleme ve gelişme isteğini istediği gibi gerçekleştirmesini istiyorduk.

 

Evet biz, milleti hükümet adına kullana gelen şiddetten kurtarmak için çalışıyorduk. Çünkü biz, tarihimizden, kuvvetle, zorla zaptettiğimiz milletleri ve kavimleri yönetme adına, ve ancak tahsildarlık yolunda kullandığımız şiddetle çok şey kaybetmiş olduğumuzu anlıyor ve görüyorduk.

 

Evet biz, dinlerin ve mezheplerin anlaşmazlıklarını siyasi birliğimize engel kabul edemeyiz. Çünkü biz katiyetle biliyoruz ki din başkadır, hükümet yönetimi yine başkadır. Din insanların Allah ile manevi bağlarını kuvvetlendirir. Hükümet ise insanların doğal olarak gereksinim duydukları ortak çıkarları esaslandırır. Milletler ve kavimler din anlaşmazlığından çok kavmiyet ve teamülüne, adetler ve ahlakına uyulmamasından yakınırlar, feryat eder, hakkını duyurmayıp, işitiremeyince ayaklanır, isyan eder, bağlantılarını, siyasi bağlantısını koparmaya bütün kuvvet ve varlıklarıyla çalışırlar.

 

Evet biz etrafımızda bulunan uygar milletler, hatta bizden ayrılan küçük Balkan hükümetlerinde egemenlik hakkının yönetenlerle yönetilenlerin görevlerinin nasıl belirlenmiş olduğuna dikkat edilmesini, bilimin ve fennin ortaya koyduklarından halkımızın faydalanmasını, insanların bunlar için döke geldikleri kanlardan ibret alınmasını, kısaca insanlığa layık insanca bir yaşam, insanlığa layık, adamca bir hükümet kurulmasını istiyorduk.

 

Bugün mevcut kanunlarımızdan bile haberi olmayan bunca aşiretimiz var. Kanunların konusunun kavimlerin ve kabilelerin kabul edilebilir olmaması, örf ve ahlaklarına aykırılıkları nedeniyle ayaklanma halinde bulunan bunca halkımız var. Bundan başka geleneksel ayrıcalıklar içinde yaşayan padişah, emirlerinden gelen özel imtiyazlar taşıyan unsurlarda var. Memleketlerin yönetiminde bu farkların göz önünde bulundurulması zorunluluğu da vardır.

 

İşte biz, sanayi ve ticaretin ve genel olarak memleketin serveti ve vatandaşlarla ilgili başvurularda hükümet tarafından zorlaştırıcı ve vakit kaybettirici müesseselerin giderilmesiyle özel girişime meydan verilmesini, payitahtta ve vilayetlerde geçerli ve fakat her türlü iktidar ve yetkiden arınmış taklit bir yönetim teorisi yerine bir asil ve pratik yönetimin uygulanmasını ve hükümetin uyguladığı her türlü baskı ve zorbalığın ortadan kaldırılmasını, cins ve mezhep ayrıt etmeksizin bütün Osmanlı unsurları arasında hukuk eşitliğinin korunmasıyla bir vatan kardeşliği meydana getirilmesini, din özgürlüğüne, düşünce özgürlüğüne, basın özgürlüğüne hiçbir bahane ile tecavüz edilmemesini, Osmanlı Saltanatının ve Hilafet makamının Osmanlı hanedanında bırakılmasıyla o makama layık haysiyetin Kanun-i Esasi’nin belirlediği hukuk kuralları içerisinde saldırıdan korunmasını istiyorduk…”[7]

 

M. Rıfat bir bakıma oldukça enternasyonalist bir bakış açısına sahiptir denebilir. İşte onun hürriyet ve eşitlik anlayışı:

 

“…Biz nazlı hürriyete tam manasıyla aşığız. Fakat bu aşkta, bu sevda da herkesi, bütün dünyayı ortak görmek isteriz.

 

Evet biz, hürriyetin hem de sınırsız hürriyetin aşığıyız. Bütün vatandaşlarımızı, hatta bütün insanları, beyaz ırk, sarı ırk, siyah ırkıyla bütün insanoğullarını aşkımıza ortak görmek isteriz. Hatta ‘Mümkün olsa da, dünya bir ortak vatan biçimine dönüştürülse’ diye düşünürüz”[8]

 

Bir başka Kürdistanlı, Said-i Nursi ise, içinde yaşanılan Abdülhamid’in saltanatının son dönemlerinde, sorunlara çözüm yolu olarak Kürdistan’ın çeşitli kentlerini içine alan, büyük bir eğitim hareketiyle “İslama dönüş” ve “cehaletten kurtuluş” olarak görüyordu. Bu şekilde hayata geçirilecek eğitim seferberliği ile bölgenin ve imparatorluğun sorunlarının çözülebileceğine inanıyordu. Bu projeyi Abdülhamit’e anlatmak üzere İstanbul’a gelip tutuklanan Said-i Kürdi’yi, bakın Ş. Süreyya Aydemir nasıl tanımlamaktadır;

 

“Bedi-ü-zaman Said-i Kürdi’ye gelince, onun kendisine yakıştırdığı bu sıfatı bugünkü dile çevirmeye çalışarak şöyle ifade etmemiz mümkündür; Devrin, zamanın harikası, yahut zamanın en üstün güzelliği, üstün insanı, Kürdistanlı Sait!

 

Sait, Doğu Anadolu’nun, yahut kendi ifadesiyle Kürdistan’ın, o zamanki Bitlis vilayetinin, galiba Eruh ilçesinin, Nurs köyündendi. 31 Mart’ın uyandırdığı hava yatıştıktan ve aradan birkaç yıl geçtikten sonra, 1328 (1912) de onun hakkında: İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi yahut Divan-ı Harb-i örfi ve Said-i Kürdi ismi altında yayınlanan küçük bir risale, önsözünden onu, o zamandaki Osmanlıcanın en ağdalı üslubu, Şark mübalağasının en gürültülü kelimeleri ile takdim eder. Bugün bize, bin yıl evvel ölmüş bir dil kadar yabancı ve anlaşılmaz gelen bu gürültülü cümleleri, günümüz sözleri ile şöyle toplayabiliriz:

 

“1323 senesi (1907) idi ki, Kürdistan’ın yalçın, sarp ve demir görünüşlü dağların ardından, bir güneş gibi doğmuş olan said-i Kürdi adında, yaradılışın nadir eserlerinden sayılan, ateş parçası bir zekanın, İstanbul ufuklarında görüldüğü haberi etrafa yayıldı. Ve tabiat itibarıyla araştırıcı olan bazı kimseler, bu tabiat harikasını gördükçe yaratıcı kudretin sonsuz hazinelerindeki bereketi bir türlü hazmedemeyenler; Kürt kıyafetinde, o şal, şalvar altında öyle bir deha nurunun gizlenebileceğini bir türlü anlayamayarak, uyuşuk, müzevir ve kısır olan çoğunluk, aşağılık duygularını, şu küçültücü sözün, intikamlı manasında özetlemişlerdi: Deli!…

 

Said-i Kürdi, zekanın taşkınlığı bakımından, gerçi deliliğin sınırındaydı. Evet Said-i Kürdi İstanbul’a, şu harap Kürdistan’ın maarifsizlikle öldürülmek istenilen ruh ve idrakinde yaratamadığı cennetlere karşılık olmak üzere, Yıldız’ın (Yıldız sarayının) siyaset kararlarını, zelzelelere vermek üzere çıkıp gelmişti. Daha İstanbul’a gelmeden evvel, Van’dan, Bitlis’ten, Siirt’ten, Mardin’den, Erzurum’dan, hem de defalarca sürüldü. İstanbul’a gelmesiyle beraber de, Abdülhamit tarafından, sıkı bir göz hapsine alındı. Birkaç kere tevkif edildi. Bir gün geldi ki, Sai-i Kürdi’yi Üsküdar’da Toptaşı tımarhanesine kapadılar. Çünkü hapishanede, uyandıracağı insanlar bulunması mümkündü. Onu zaman zaman tımarhaneden çıkarıp, rütbeler, nişanlar teklif ettiler. Halbuki Bedi-ü-zzaman şunu istiyordu: Kürdistan’ın her tarafına mektepler açtırmak!”

Said-i Kürdi’nin memleketin mektepler açtırmak davasına elbette diyecek yok. Ama biz gene onu, bu küçük risalede yazdığı veya yazdırdığı sayfalara göre tanıyalım. Said’in “iki musibet” dediği yer hapishane ve tımarhanedir. Bu iki mektebin ahadetnamesinden de, oralardaki hükümler ve doktor raporları kastedilir. Ona göre Abdülhamit istbdadı ona tımarhaneyi, Meşrutiyet devri de hapishaneyi mektep yapmıştır. Sait, derslerimi tımarhanelerde aldım da yetiştim diyor. Şahadetnamelerim mekteplerden, medreselerden değil, tımarhanelerden ve hapishanelerdendir diyor.

Said-i Kürdi, “Ben, milliyeti İslamiyet olarak bilirim” der. Yani ona göre milliyet yoktur. Din vardır. Dinde bütün milliyetler birleşir. Bu görüş, o devirde, İslam şairi sayılan Mehmet Akif’in:

 

“Fikr-i milliyeti telin ediyor peygamber”

 

Yani “Peygamberimiz milliyetçiliği lanetliyor” dediği ölçüye uyar. Ama Said-i Kürdi aynı broşürde gene de her şeyden önce Kürtlüğünü, Kürtçülüğünü sayar. Bu bağlantısı için onu yermek kimsenin aklına gelmez. “Ben yedi cemiyete bağlıyım. En başta Kürdüm. Bu kutsal isme bağlıyım.” Diye saymaya başlar. Diğer bütün bağlantılar daha sonra sayılır. Bu da tabiidir. Tabii olmayan, çelişmeli olan “milliyet yoktur. Müslümanlık vardır” dedikten sonra, milliyet bağlantısını her şeyin önüne almaktır. Bu çelişme onun bütün hayatına hakim oldu. Zaten o günlerde kıyafeti de garipti. Başında Kürt külahı, sırtında Kürt abası vardı ama, belinde kocaman bir hançer taşıyordu. Camilere bile bu hançerle gelirdi.

Said-i Kürdi’nin, kendisini mütemadiyen deli, cahil, hata okuryazar bile olmayan bir insan olarak ilan etmesine rağmen, dikkate değer bir insan olduğunu belirtmek yerinde olur. Gerçi sadece din bilgisinde de olsa, sistemli bir formasyondan yoksundur. Dünya bilgisi ise yoktur. Kürt milliyetçiliği ile İslam ümmetçiliği arasında ömür boyunca çalkandı. Osmanlı ve hele Türk davalarına karşı sönmez bir kızgınlığı vardı. Ama muhakkak ki ateşli bir insandı. Ortaçağda örnekleri çok olan tesirli bir meczuptu. Tam derlenemeyen, tam istikametlendirilemeyen taşkın çıkışlarını, eğer sistemli bir eğitimin kanunları ile çevreleyebilseydi, herhalde söyleyeceği bazı şeyler vardı. Ve o zaman başta külah, belde silah, tımarhaneden hapishaneye bir azgın tahrikçi olmaktan kendini herhalde kurtarabilirdi. Kısaca kitap ve muvazene, bu ateşli mizaca, muhayyile eş olsaydı, ekol teşkil edecek bir tarikat kurucusu olabilirdi. Yahut ta ihtiraslı bir mücadele adamı olarak enerjisini daha belirli davalara yöneltmesi mümkün olurdu. Mesela, çok cepheli, çağdaş bir Kürt milliyetçiliğine…  ”[9]

 

Ölümünün üzerinden eli yıl gibi bir süre geçmesine karşın, Said-i Kürdi’nin öğretisine ve düşüncelerine sahip çıkanların bugün, dünden daha yoğun bir kitle oluşturduğu dikkate alındığında hiç kuşkusuz Ş. Sürayya’nın bir yerlerde yanlış yaptığını söylemek gerçekçi olur diye düşünüyorum.

 

Saidi Nursi’nin öğretisine sahip çıkan biri olan İsmail çolak ise, bakın onun genel yaklaşımını, ondan anlatılarla nasıl açıklamaktadır: 

 

“Saidi Nursi, 1907 yılında Doğu’dan İstanbul’a geldiğinde kafasında büyü bir projenin hayali vardı; Medresetü-z-Zehra, Van, Bitlis, Siirt, ve Diyarbakır da kurulacak ama tüm Doğu’yu manen ve ilmen ayağa kaldıracak olan büyük bir İslami Darü’l fünun (üniversite) kurma projesi. Ona göre gerilme devriyle birlikte, bozulan ve ihmale uğrayan diğer müesseseler gibi medreseler hâlihazırdaki keşmekeş, yozlaşmış ve fonksiyonunu kaybetmiş haliyle ihtiyacı karşılamıyordu ve acilen ıslah edilmesi gerekiyordu. Doğunun tek eğitim kurumu olan medreselerin bu kötü gidişatı, her türlü fitneye ve istismara müsait, cahil, fakir ve perişan olan bölgede önü alınmaz büyük felaketlere davetiye çıkarmaktaydı:

 

‘Şimdiye kadar bizim avamperestane safsatalar ile cahil bıraktılar. Bundan sonrada bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz. Medreseler hayatlanacaktır. Anladım ki, dünyevi saadetimiz bir cihetle, fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin (bozulmamış) bir mecrası, ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lazımdır. Ta ulema-i din fünun ile ünsiyet peyda etsin.’

 

Tanzimat’la beraber Batı tarzında açılan ve laik eğitim veren okullar da İslamiyet hakkında olumsuz fikir ve tereddüt üretiyor, git gide geriliğin sebebini dine dayandırarak İslamiyet’e karşı cephe alınmasına sebep olacak tehlikeli bir zemine doğru kayıyordu. Dolayısıyla, iki yönlü bozulmayı da önleyecek, tüm dertlere ve geriliğe panzehir olacak yeni bir eğitim modeline, yeni bir ilim teşkil edecek bir Medresetü-z- Zehra’ya, yani üniversiteye ihtiyaç vardı.

Bu üniversite hem Arapça, hem Türkçe, Hem de Kürtçe eğitim verilmeli, eğitimde hem modern ilimler hem de din ilimleri birlikte okutulmalı, akıl ve kalb ikilisi beraber hareket etmeli, kafa ile birlikte vicdanlar da eğitilmeliydi. ‘Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyettir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinden taassup, ikincisinden hile ve şüphe tevellüd eder.’ Böylece doğunun dirilişi yine eğitim alanında atılan hamlelerle başlayacak, maarif ve medeniyetin tüm güzellikleri buraya yeniden gelecek, bölge insanının fitri kabiliyeti ve medeniyete ve kalkınmaya olan istidadı daha da güçlenmiş bir şekilde tekrar açığa çıkacaktı.”[10]

 

2. Meşrutiyet öncesinde Sultan Abdülhamit ile görüşüp düşüncelerini anlatmak isteyen Saidi Nursi, bu talebinde ısrar edince gözaltına aldırılarak, akıl sağlığından şüphenilip akıl hastanesine yatırılmış ise de durum kısa sürede anlaşılıp serbest bırakılmıştır. Ancak Nursi gerek meşrutiyetin sonrası ve gerekse Cumhuriyet Türkiye’sinde isminden sıklıkla söz edilen düşün ve eylem adamı olmuştur. Yaşamının önemli bir kısmını sürgünlerde geçirmesine karşın düşüncelerinden asla taviz vermemiştir. Bu nedenle yazının ilerleyen bölümlerinde Kürt sorununun çözümü ve İslami düşünce sistemi içindeki yeri ve düşünceleri nedeniyle tekrar ele alınacaktır.

 

Elinde tutuğu iktidarı kimseyle paylaşmak istemeyen Abdülhamit, bu politik çizginin doğal sonucu olarak gittikçe yalnızlaşan bir konuma sürükleniyordu.

 

“İktidar, Osmanlı siyasetine ilişkin belli başlı kararları alan ve Saray çevresinde kümelenmiş küçük bir gurubun tekelindeydi; ancak sadrazamlar ve vezirler keyfi olarak değiştirilebildikleri için, bu durum istikrar ve süreklilik anlamına gelmiyordu. Abdülhamit’in saltanatı sırasında 28 sadrazam gelip geçmişti. Entrika, hile ve rüşvetin kol gezmesi, yönetimin etkisizliği ve istikrarın kesin yokluğu gibi apaçık kusurların dışında bu sisteme yöneltilen esas eleştiri, siyasal yaşama -teorik olarak bile- ancak çok küçük bir azınlığın katılmasına fırsat tanımaktaydı.”[11]

 

Bu nedenle hanedan içinden de muhaliflerin çıkması sürpriz olmadı: “19. yüzyılın son yılında başka bir dikkate değer olay oldu: Sultan’ın ailesinden üç kişi, sürgündeki Meşrutiyetçilerin saflarına katıldı. Butlanın kayınbiraderi Damat Mahmut Celalettin Paşa, iki oğlunu, Sabahattin ve Lütfullah’ı yanına alarak Paris’e kaçtı. Bu olay yalnızca muhalefettin moralini yükseltmekle kalmadı, aynı zamanda egemen gurubun da kötü yönetimin olası sonuçlarını sonunda görmeye başladığı sanısını uyandırdı.”[12]

 

Muhalif yapı her gün biraz daha güçlenir hale geliyordu. Mutlakıyetçi iktidarların hüküm sürdüğü Rusya, Japonya ve İran’daki hareketler Osmanlı’da meşrutiyetçi harekete ciddi bir moral kaynağı oldu: 

“Genç Türkler -muhaliflere böyle deniyordu- ,Japonya’nın reform ve ilerleme örneğinden ve komşu Rusya ve İran’ın anayasal rejim kurma girişimlerinden güç alıyordu.”[13]

Bir süre sonra ordu içinde de taraftar bulup örgütlenmeye başladı. Özellikle Balkanlardaki Musevi guruplarında desteğini alan cemiyet Selanik ve Manastır’da kayda değer bir yapılanma gösterdi. Elinde silah bulunduran, Balkanlar’daki ordu mensupları, Slav, Grek, Bulgar vs Romen ulusalcı ideolojiyle mücadele edip çete savaşlarının içinde yer alırken bu ideolojiden ve çetecilikten de önemli ölçüde de etkilenmişti.

 

Ş. Süreyya Aydemir bu olayı şöyle sınıflandırır:

 

“Makedonya mücadelelerini iki safhaya ayırmak lazımdır. Birinci safha, ilk Makedonya komitelerinin teşkilatlandığı 1890’dan 1903 ihtilaline kadar sürer. Bu safhada Osmanlı subayı, sadece bir emir kuludur. Şuursuzdur.

 

Fakat bir de 1903 ihtilali ile başlayan devre var. Bu devre, 1908’de Genç Türkler ihtilaline kadar sürer. İşte bu arada Osmanlı Subayı, yeni fikirlerle silahlanır. Gizli teşkilatını kurar. O da komiteleşir. Artık hem Mekadonya komitelerine, hem kendi padişahına karşıdır.”[14]

1903 yılı gerçekten kanlı bir yıl olarak tarihe geçmişti. Balkan halkları kendi özgürlükleri için silaha sarılıp dağa çıkınca Osmanlı ordularının ciddi bir karşı savaşıyla karşılaştılar. Farklı yöntemlerle yürütülen savaşta devlet kendi yurttaşlarının özgürlük talebini, özgürlük talep edenleri yok ederek susturmaya çalışıyordu.

 

Durumu A. N. Karacan’dan şöyle aktarmakatıdır:

 

Bu üç ayda, hükümetle çeteler arasında, tam 240 çatışma oldu. İhtilale ön safta katılan 26.500 Bulgar köylüsünden 1.000 kişi öldü veya yaralandı. İhtilalde aktif vazife alan ve isyanı idare eden komitecilerden 4.694 kişi mahvoldu. 5.122 kadının ırzına geçildi. 70.385 kişi evsiz barksız, yersiz yurtsuz kaldı.

 

Çetecilerin intihar edenlerini, kendilerini uçuruma atanlarını ve daha nicelerini de hatırlamalıdır. Mesela Hristo Uzunof’un çetesi sarılıp da ümitler kesilince, teslim olmamak için birbirlerini öldürürler.

 

Hülasa 1903 Mekadonya Bulgarları ihtilalinin hikayesi kanlıdır. Verdikleri rakamlar doğrumudur. Asker, Jandarma ve Müslüman köylüler tarafından kayıplar nelerdir? Bunları şimdi eleştirmekte fayda yoktur. Gerçek olan şuydu ki, Mekadonya’yı o şartlar içinde idare etmek ve Mekadonya’ya o şartlar içinde hakim kalmak artık mümkün değildi. Ve 1903 ihtilalinden başlıca iki netice doğdu:

 

-  Yabancı devletler işe, artık filen müdahale ettiler. Zaten ihtilalin bir gayesi buydu.

-  Makedonya’da çarpışan Türk subaylarında, artık başka bir uyanış oldu. Evet, bu işler böyle devam edemezdi! Kağşamış (eskimiş) bir subay ve saltanat karşısında, zaman zaman, hatta saygı duydukları bu milliyetçi mücadelelerle böyle boğuşamazlar, bir netice vermezdi. Evet, artık bir şeyler yapmak lazımdı. Ve bu,’Bir şeyler yapmak lazım’ diyen subaylar içinde, birde Yüzbaşı Enver bey vardı.

….

Osmanlı subaylarında da ilk reaksiyon ve kendini buluş hareketleri işte bundan sonra başladı. Onlar, o muntazam verilmeyen birer fiske maaş karşılığı kanlarını döküyorlardı ama, memleket de elden gidiyordu. Kaldı ki karşılığında, çağın en güçlü silahı, yani milli duygularla silahlanmış, genç ve ülkücü kuvvetlerle çarpışıyorlardı. Halbuki kendileri, hem de artık yabancıların kontrolü altına girmiş topraklarda, gittikçe haysiyetsizleşen bir saray idaresi, yani gittikçe varlığının hikmeti kaybolan bir saltanat rejimi için ölüyorlardı.

 

Hatta bir kısım subaylar, bir hedef, bir ülkü uğrunda ölen bu iç düşmanlara karşı, takdir hisleri bile duyuyorlardı. Mesela, bir süre sonra, Hürriyet Kahramanı Niyazi Bey olarak sivrilecek olan Resneli  Kolağası Niyazi, Hatıratı’nın 44’üncü sayfasında şöyle yazar:

 

“Şiddetli icraatımız, Bulgarları kan ağlatıyordu. Fakat onlardan çok, ben azap duyuyordum. Meyus oluyordum. Çünkü hükümetin istibdadına karşı hürriyetleri, kavmiyetleri için silaha sarılan bir kavmin kuvvetini mahvediyordum. Ne yapayım, tabi olduğum devletin menfaati, başka bir yol tutmaya maniydi.”[15]

 

Bu savaş içinde yer alan Osmanlı subayları içinde farklı duyguların yaşanmaması kaçınılmazdı. Bu duygu değişimi içinde yaşayan mektepli genç subaylar tereddüt göstermeden İttihat ve Terakki saflarına katılıyorlardı.

Hıristiyan tebaanın güçlenmesiyle, Balkanlarda ciddi ekonomik kayba uğramaya başlayan Balkanlardaki Musevi tebaa da, eski olanaklara ve gücüne kavuşabilmek için, İttihatçılara ciddi destek vermeye başladılar. Özelikle Selanik ve Manastırda yoğunlaşmış bulunan Museviler bu bölgedeki cemiyet faaliyetlerine katılıp, gerekli desteği sunmaktan kaçınmadılar. Mason Localarında örgütlü bulunan Museviler bu konuda önder bir rol oynadılar. Cemiyetin birçok üyesi mason localarına üye yapılırken, toplantılarını da mason localarında yapılmasına olanak sağladılar. Bu durum nedeniyle Balkanlar’daki ittihatçılarla, masonlar çok kere özdeşleştirilmişlerdir.

 

Cemiyet bu koşullarda çalışmalarını sürdürürken 9-10 Haziran 1908’de Rusya ile İngiltere arasında Reval’de yapılan görüşme sonuçları kısa zamanda yayılmaya başlar. Varılan mutabakat metni yayınlanmamış olmasına rağmen, konusunun Osmanlının taksimi olduğu şayiası yaygındır. Osmanlı imparatorluğu içinde yaşayan Hıristiyan ahalinin geleceğinin tartışıldığı ve varılan mutabakat uyarınca bir anlamda Osmanlı’nın Balkanlardan tasfiyesi ve Boğazların kontrolünün Ruslara bırakılması, Irak’ın İngiliz idaresine terki gibi konuların yer aldığı kulaktan kulağa yayılmaya başlar. Bu bir anlamda “Hasta Adam”ın mirasının paylaşılması anlamına gelmektedir. Bu durum bazı çevrelerin de uyarmasıyla cemiyet mensupları arasında tepkilere ve daha da geç kalmamak için; eyleme geçilmesi gerektiği düşüncesinin yaygınlaşmasına neden olmuştur. Bu söylentinin, Osmanlı devleti içinde ve dışında, gerek cemiyet mensuplarına, gerekse devlet idaresinde görev alanlara yaygın biçimde yazılı olarak da ulaştırılması dikkate alındığında, uyarıların cemiyet merkezinin ve Osmanlının yeni “dostu” Almanya ve ona bağlı mason locaları olması ihtimali oldukça güçlüdür. (Ş. Süreyya Aydemir, bu haberi her tarafa yayanların halen bilinmediğini not etmektedir.)

 

Çünkü Reval’de yapılan toplantının önemli konularından biri de, hiç kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışan ve buradan doğuya sarkmaya çalışan Almanya’nın önünü kesme çabasıydı. Erik Jan Zürcher, bu duruma şöyle dikkat çekmektedir;

“O yılın Haziran ayında Rus Çarı ve İngiltere Kralı VII. Edward, Baltık kıyısındaki Reval’de buluştu. İngiltere ve Rusya, Almanya’ya duydukları ortak korkudan dolayı gittikçe birbirlerine daha çok yakınlaşmaktaydı ve bu nedenle her iki ülkenin devlet adamları aralarındaki sorunların bazılarını çözmeye çalışıyordu. Çıkan sonuçlardan biri, Makedonya sorununun çözümüne yönelikti; yabancı denetimini esas alan bu öneriye göre padişah sadece görünüşte… Reval görüşmesinin haberi (İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamayı kabul ettikleri söylentisiyle beraber) Selanik’e ulaşınca, İTC eyleme geçmeye karar verdi.”[16]

Bu dönemde Paris’te yaşayan ve cemiyetin önemli şahsiyetlerinden olan Ahmet Rıza Bey Reval’de gerçekleştirilen İngiliz-Rus görüşmelerinin Cemiyet taraftarlarına nasıl ulaştığını ve cemiyet mensupları üzerinde yarattığı etkiyi bunun sonucu olarak ne yaptıklarını şöyle ifade etmektedir:

 

“Paris’te İttihat ve Terakki merkeziyle, Bürüksel, Londra, Roma, Berlin ve Kahire’deki şubelerimize, aynı metni ihtiva eden (uyarılar) aynı zamanda gelince, bizim meçhul dostlar tarafından uyanıklığa davet edildiğimiz ve tehlikenin fecaatlı mahiyetinin izah edilerek, ne pahasına olursa olsun, harekete geçmemiz telkin edildiği neticesine vardık. Bu metni derhal, Selanik, Manastır, İşkodra, ve Yanya’daki gizli teşkilatımıza ulaştırdık. Oradan gelen haberlerden hayretle öğrendik ki, aynı mahiyetteki ikaz, gerek mümessillerimize, gerek doğrudan doğruya ordudaki genç unsurlarla, mülkiye amirlerine de yapılmıştı.

Böylelikle, hadisenin üzerindeki mahremiyet (gizlilik) perdesi kalktığı gibi bizlere, memleketin diğer aksamı üzerinde de, ikaz ve intibah (uyarı) vazifemizi hatırlattı. Alınan bir kararla, padişaha, sadrazama, hariciye ve harbiye nezaretine açık telgraflarla, kararların, devletin bekası için nasıl meşum bir tehlike teşkil ettiğini anlatmaya çalıştık.”[17]

Çalışmalarını bu koşullarda sürdüren ve özellikle ordu saflarında güç toplayan cemiyetin dünyaya bakış açısı neydi?  Nasıl bir yol izleyerek imparatorluğu kurtarmak istiyordu? Bu soruların cevaplarını, Manastır Merkez Heyetinin Mayıs 1908 olarak tarihlendirip Rusya hariç bütün Batılı büyük devletlerin konsolosluklarına verilmiş bulunan Layiha’sından kısa bir-iki bölüm aktararak,  istekleri ve düşünceleri hakkında bilgi sahibi olabiliriz.

“….

Cemiyetimiz ise, faydasından ziyade zararı dokunacak olan müdahalelerle değil, İslam ve Hıristiyan bütün vatandaşların elbirliğiyle ve bunların kendi vatanlarını yabancı müdahalelerden koruyarak, hepsinin siyasi ve şahsi hürriyetini, şimdiki idarenin istibdadından, zulmünden kurtarmak davasındadır. Bunun için kurulmuştur. Bu beyanlarımızda, ne dini, ne milli bir taassup yoktur.

 

Avrupa, muhtar veya müstakil bir Makedonya yaratmak istiyor. Halbuki Makedonya, Osmanlı devletinden ayrılamaz. Avrupa’nın Makedonya diye ayırmak istediği üç vilayetin talihi, devletin diğer 27 vilayetinin talihinden ayrı olamaz, Makedonya’ya ait olmak üzere alınan tedbirlerin hepsi, birer ölü doğmuş çocuk gibidir. 

 

Hülasa Avrupa ıslahat diye direnmekle, büyük hata içindedir. Eğer ortada bir fenalık varsa, o fenalık, yalnız Makedonya’da değil, bugünkü hükümetin idare usulündedir. Ve bundan yalnız Makedonya değil, bütün Asya ve Afrika’daki Osmanlı Vilayetleri de muzdariptir. Yalnız Makedonya Hıristiyanları değil, Türk, Arap, Arnavut, Çerkes, Kürt, Ermeni, Yahudi… hulasa bütün Osmanlı halkları muzdariptir. Bütün bu halklar, Rumeli’deki Bulgar, Rum, Ulah, Sırp ve saire ile beraber, aynı boyundurukta inliyorlar. Aynı zalim idare, hepimizi eziyor. Çekilen ıstıraplarda hepimiz müşterekiz.

 

Müdahale ve ıslahat denilen şeyler ise, Makedonya Hıristiyanlarına Avrupa’nın zararlı bir hediyesidir.

….

Avrupa devletleri, Makedonya’ya müdahale işlerinden vazgeçmelidir. Avrupalılar Makedonyalıları tahrikten vazgeçerlerse, Makedonya halkları kendi aralarında daha iyi anlaşarak, kendi işlerini elbirliğiyle kendileri düzeltebileceklerdir. Yani, her şeyden evel, millet ve ırk farkı gözetilmeksizin, hepisini ezen Abdülhamit istibdadını elbirliğiyle yıkacaklardır. Sonra ülkeye daha adaletli bir hayat nizamını, kendileri getireceklerdir. Hulasa, gerek Makedonya’da gerek Osmanlı ülkesinin diğer kısımlarında, cins ve mezhep farkı gözetilmeksizin bütün Osmanlılar, kurulacak Meşrutiyet idaresi altında, kardeş olarak yaşamaya devam edebileceklerdir. İşte cemiyetin programı budur. Mevcut istibdat idaresini devirip, kendi ülkelerinin nizamını hürriyet ve müsavat esasında kurmaktır. Ne Müslüman vardır, ne de Hıristiyan! Yalnız Osmanlı vardır!…”[18]  

 

Bu amaçlar doğrultusunda çete kurup mücadeleyi seçen Resneli Niyazi ve yandaşları yaklaşık 150-200 kişilik bir güç oluşturur. Arkasından Enver Bey’de aynı yolu izler. Bu durumdan haberdar olan saray bu hareketin bastırılması için Manastır’da bulunan Ferik (Korgeneral) Şemsi Paşaya talimat verilir. Gerekli hazırlıkları yapan Şemsi Paşa, Arnavutlardan oluşturduğu birliklerle isyancıları takibe hazırlandığı sırada durumu saraya telgrafla bildirdikten sonra aracına binip yola çıkmak üzereyken genç bir teğmen, muhafız birlikleri arasından sıyrılıp Şemsi Paşa’ya tabancasıyla ateş eder. Şemsi Paşa’ya silah doğrultan cemiyetin üyelerinden Mülazım Atıf Bey’dir. Zaten silahlı çatışma içinde bulunan bu asker kökenli cemiyet mensupları sultana ve iktidara karşı da silah kullanmaktan da çekinmeyeceklerini böylece göstermiş olurlar.

 

Arkasından İstanbul’a ulaşan haberler olayın vahametini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Çünkü; Manastır’da görevli Mareşal Osman Paşa, Resneli Niyazi’nin birliklerince kaçırılmıştır. Ayrıca Osman Paşa’da ihtilalcilerin esiridir. Durumu Manastır Valisi Hıfzı Paşa’nın çevreye yayılan şu sözleri özetlemektedir: “Manastır’da benden başka, herkes ittihatçıdır!…”[19]

Durum her gün biraz daha kontrolden çıkmaya başladı. Yerel birlikleri idare eden cemiyet mensupları, bulundukları yerlerde “Meşrutiyet”i ilan etmeye başladılar. Karşı koymaya çalışan yetkililer tutuklanmaya başlandı. Halk büyük ölçüde buna destek veriyordu.

 

“Cemiyet, meşrutiyeti ilan etme kararını almış bulunuyordu. Makedonya’da meşrutiyeti ilan etmeyi başarırlarsa, bunu, bütün imparatorluğa yaymak için çalışmaya, gerekirse bu yolda kuvvet kullanmaya kararlıydılar. Sesiz sedasız ilan etmeyi tasarladıkları meşrutiyete uygun bir başlangıç olarak Eyüp Sabri ve adamları, Müşir Osman Paşa’yı Manastır’dan kaçırdılar. Ertesi gün de (23 Temmuz) Meşrutiyet ilan edildi. Aynı gün, birkaç saat arayla Preşova, Köprülü, Üsküp, Serez, gibi öbür kasabalarda da Meşrutiyet ilan olundu. Olayın Drama’da nasıl geliştiğini zamanın İngiliz Konsolos Yardımcısı şöyle anlatmaktadır. 

 

“Öğleden sonra saat bir buçuk sularında, her zamanki Selanik treniyle, Drama’ya, Ruşen Bey adında genç bir kurmayın başkanlığında 100 kadar er ve 20 kadar subay geldi… Ruşen bey bir konuşma yaparak Türk İmparatorluğu’nun yok olmaması için meşruti bir hükümetin gerekli olduğunu söyledi ve Osmanlı hükümetinin, din ve ırk ayrımı gözetmemesi gerektiğini belirtti. …. Sonra askerlerine dönerek ‘şimdi kasabaya giderek meşruti bir idare ilan edeceksiniz. Direnen, rütbesi ve makamı ne olursa olsun, derhal öldürülecek… dedi.”

 

“Bu arada, Konak’ta, cami’de ve Rum Kilisesi’nde toplanmış olan Rum ve Müslüman halk, meşrutiyete bağlılık yeminleri etmekteydi…. Sonunda, saat dörtte Meşrutiyetin kabul edildiği ilan olundu..”[20]

 

Bu olaylar karşısında durumun vahametini kavrayan Abdülhamit, anlaşıldığı gibi olaylar tamamen kontrolünden çıkmadan, bir kısım tedbirlerle durumu kotarmayı denemiştir. İşte bunun için: Sultan sözde de olsa, yürürlükte bulunan Kanun-i Esasi uyarınca Meşrutiyetin gereğinin yerine getirileceğini, yani seçimlere gidilerek parlamentonun yeniden oluşturulacağını ilan etmiştir. Bununla da kalınmayarak idari kadroda çeşitli kişileri görevden alıp yerine yenilerini atayarak, İttihatçıların hoşuna gidecek bir takım değişiklikler yapmaktan da kaçınmamıştır. Ancak programlı yapılanma olmadığı için, İttihatçılarda ne yapacaklarını bilemez durumdaydılar. Hedefleri ‘Meşrutiyetin’ ilanı yoluyla ‘Hürriyet’e kavuşmaktı. Bu da bir anlamda gerçekleşmişti. Bu nedenle Abdülhamit’in saltanatına da dokunulmadı.

 

Evet, sonuçta sultan meclisin açılmasına karar vermişti. Bu durumda, padişahın Meşrutiyetin gereklerini yerine getireceğini kabul edip ilan ettiği, 23 Temmuz 1908 tarihinde Meclisi Mebusan’ın açılacağı ve seçimlerin yapılacağı bildirildi. Daha sonra bu gün, muhaliflerce “2. Meşrutiyet”in ve “Hürriyet”in ilan edildiği gün olarak kabul edilip, bayramı olarak kutlanmaya başlandı.

 

Sadrazam Sait Paşanın imzasıyla 24 Temmuz 1908 tarihli gazetelerde yer alan konuya ilişkin  tebliğ metni şöyledir;

 

“Hilafetin sığınağı olan Halifemizin kutsal bir tesis olarak kurduğu Kanun-u Esasinin hükümleri yürürlükte olup, hatta Devlet Yıllığında da devamlı olarak yayımlanması yüce tacdarımızın yüksek iradeleri arasındadır. Ancak nasıl teşkil edileceği bu Kanunda yazılı olan Mebusan Meclisi, zamanın nedenlerine uyularak ve memleketin icapları korunarak, muvakkaten toplantıya çağrılamamıştır. Bu defa, adı geçen Meclis açılmak üzere ve adı geçen Kanunda belirtilen vasıfları haiz üyelerin seçilmesi işi, Nazırlar Meclisinin kararı üzerine yüce Halifemizin iradeleri ile, bütün vilayetlere ve benzeri idare bölgelere (sancaklara) birer genelge ile bildirilmiştir. Bu kararın Selanik. Manastır ve Kosova vilayetlerinde de ilanı tebliğ olunur.

                                                                                                          11 Temmuz 1324

                                                                 &n

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums