- 28.06.2013 00:00
Öncelikle olayların başlamasına kimin sebebiyet verdiği, kimin haklı kimin haksız olduğu tartışmasını bir yana bırakıp dikkatleri bir noktaya çekmek istiyorum. Bu da gezi parkı olayının herkesin çıplak gözle görüp üzerinde çok rahat mutabakat sağlayabileceği gibi “barış süreci” denen ve özü itibarıyla bir anlamda T.C. Devlet ile onunun Kürt yurttaşları arsındaki kadim problemin çözümlenmesi yönünde ciddi adımların atıldığı bir zaman dilimine denk gelmesidir.
Taksim Gezi Parkı olaylarının başlamasından önceki günlere, aylara bakıldığında çok net biçimde görülecek şey; İktidarı elinde bulunduran AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan ile PKK ile onun önderi konumundaki Öcalan arasında varılan (en azından zımni) mutabakat uyarınca, özellikle Kürt coğrafyasında otuz yılı aşkın süredir sürdürülen “düşük yoğunluklu savaş”ın “barış süreci” ile sonlandırılması çabalarının doruğa vardığı günleri yaşıyor olmamızdı.
Yaşanan savaşın altında yatan neden: Cumhuriyetin kuruluşunu takiben yönetimi ele geçiren ve başında Mustafa Kemal’in bulunduğu “ittihatçı-Türkçü” gurupun, Osmanlı Bakiyesini elde tutmak için Anadolu’nun yerleşik kadim halkları ile Anadolu’ya son yüz yılda ve özellikle Kafkas ve Balkan savaşlarından sonra göç etmek zorunda bırakılmış Müslüman halklarından yeni bir “Türk” ve bu Türkler için bir Türk Vatan yaratma çabası içerisine girilmesidir.
Bu politik çabanın iki belirgin özelliği vardır. Birincisi, Anadolu’nun kadim gayrı Müslüm halklarını tedrici olarak yok etmek, (Bu politika Sultan Abdülhamit tarafından Anadolu’nun doğusunda yaşayan Ermenilere karşı başlatılan ve İttihatçılar tarafından Ermenilere ve Rumlara karşı büyük bir soykırıma dönüşen; tehcir, katliam, kitlesel yok etme ve mübadele siyaseti, Cumhuriyetin ilanından sonra iktidarlaşan güçleri hedefe Keldani, Asuri ve Musevi vatandaşlarını da ekleyerek, “kılıç artıkları”ndan da tamamen kurtulmaya çalışmışlardır.) İkinci olarak; sonradan Anadolu olarak tanımlanan Türk ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı, son Osmanlı Meclisi’nde karar altına alınan Milli Ant (Misakı Milli) metninde ve daha sonra M. Kemal tarafından da ifade edilen “Kürt ve Türk Milli Hudutları” içerisinde yaşayan bütün Müslüman unsurların “Türklüğe İhtida”sını esas alan, bir programın hayata geçirilmeye çalışılmasıdır.
Kendi “suretinde” insan yaratmak sevdasıyla, Anadolu’yu Türkleştirme ve İslam’laştırma pratiğine karşı Müslüman olmayan ahalinin, birinci dünya savaşı ve sonrası koşullar nedeniyle hiçbir ciddi direniş örgütleyemedikleri anlaşılmaktadır. Bu nedenle söz konusu toplulukların nerdeyse tamamı Anadolu coğrafyasından tasfiye edilmiş, isimleri bile hatırlanmaz olmuş (Museviler, Asuriler, Keldaniler gibi.) durumdadır. Bir kısmıysa yokolma sürecinin sonuna gelmiş durumdadırlar. (İstanbul’da yaşamını sürdüren Rumlar, Ermeniler gibi) Artık “vatanın birliği ve bütünlüğü” açısından hiçbir “tehlike” arz etmeyen bu topluluklara karşı bile, kelaynak kuşlarına gösterilen hoşgörü, malesef bu topluluklara gösterilmemektedir. Cumhuriyet sınırları içinde yaşayan Rum sayısı, son on yılda Anadolu’ya yaşamak için gelip yerleşen İngilizlerin onda birine düşürülmesine rağmen, halen topyekun Rum düşmanlığı yapmaya devam edebilmektedir.
Müslüman ahaliye gelince; söz konusu “suretinde yaratma” pratiğine karşı savaşlardan, katliamlardan kurtulmak için vatanlarını terk etmek zorunda bırakılan ve misafir olarak geldikleri Anadolu’nun değişik bölgelerine serpiştirilerek yerleştirilmiş olan Kafkas ve Balkan halkları ise, can derdindeydiler. Anadolu da, Müslüman olarak yaşamlarını sürdürebilmenin getirdiği inanç mutluluğu ve gayrimüslimler’in zulmünden kaçıp sığındıkları bu devlete karşı, etnik kimlikleri nedeniyle, asimilasyoncu politikalara itiraz etmeyi akıllarından bile geçirmediler. Anadolu’nun kadim halklarından geriye kalan Gürcü ve Lazlar ise tepelerinde sallanan “Ortadoks tehlikesi”ni ortadan kaldırılmış olması ve özellikle Lazlar açısından Pontuslardan geriye kalan mal, mülkün de, mirasçıları olmaları nedeniyle durumdan şikayetçi olmaları söz konusu bile olamazdı. Kaldı ki sayılarının azlığı nedeniyle büyük ölçüde “İslama ve Türklüğe” kazanılmış durumdaydılar.
İşte bu koşullarda durumu ve konumu farklı olan tek unsur olarak geriye Kürtler kalmaktaydı. Kürtlerin İmparatorluğun son yüz yılında özerk statülerini korumak, bazen de geliştirmek için Bab-ı Ali’ye karşı silahlı direnme ve çatışma pratiği yaşadıkları bilinen bir durumdu. Birinci Dünya Savaşı sonrası Lozan Antlaşması ile Kürdistan’ın güneyinin İngilizlere bırakılması, Kürtler arasında Cumhuriyetin İttihatçı kadrolarına karşı büyük bir güvensizlik duygusu yarattı. Arkasından gelen Türkleştirme süreci merkezi yapıyla aradaki bütün bağların kopmasına neden oldu. Bu koşullarda çeşitli gerekçelerle yaşanan direnme pratikleri kanlı biçimde bastırılıp Kürtlerin ebediyen susturulacağı zannedildi. Ancak her yeni direnme pratiği, Cumhuriyetçi elitin “suretinde yaratma” pratiğinde ne denli başarısız olduğunu yüzüne haykırır nitelikteydi. Kürt coğrafyasında yaşanan bütün direnişlerin ortak özelliği (Önderliğini kim yaparsa yapsın, nerede ve ne amaçla isyan etmiş olursa olsun) Kürdistan insanının merkezi otoriteye karşı direnişe kitlesel destek vermiş olmasıdır. Her başkaldırı, büyük yıkımlara, zulümlere neden olsa bile sonuç değişmemiştir. Başlayan her Kürt direnişi bir öncekinden daha fazla kitlesel desteği arkasına almıştır. Hiç kuşkusuz bunun temel nedeni; Kürdistan insanına dayatılan statükonun, onun beklenti ve istemlerini karşılamamasıdır.
Yurttaşına karşı sahip olduğu kuvvet ve kudret tekeli nedeniyle her istediğini yapabileceğine inanan iktidar erki, Kürtlere ilişkin uyguladığı politikaları yönünden Kürtlerden bir rıza temin edemediği için, onların gözünde meşruiyete de sahip olamamıştır. Bu nedenle Kürtler, devlete karşı direnen herkesi, devlete karşı direnişinde haklı görüp, ona destek (Bu durum PKK pratiğinde de kendisini göstermiştir. PKK’yi izlediği yol yöntem nedeniyle ya da, diğer bölge ülkeleri ile sürdürdüğü ilişki nedeniyle istediğiniz kadar eleştirebilir ve bu konuda da çok haklı olabilirsiniz. Ancak bu durum dikkate alınarak Kürtlerin PKK’ye karşı tavır belirlemesini beklerseniz yanılgıya düşersiniz. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlere uygulamayı reva gördüğü politikalar dikkate alındığında, Kürtlerin gözünde hiçbir meşruiyeti olmayan ve ondan alınmış rızaya dayanmayan devlet erki daha gayrimeşru konumadır.) olmuştur. Bu durumun değişmesi, Kürtlerin kendilerini; bu ülkenin ve iktidarın sahibi ve ortağı olarak görmeleriyle münkün olacaktır. Bu algının yerleşmesini sağlayacak şey, iktidarın bir an önce Kürt yurtaşlarının temel sosyal, siyasal ve kültürel taleplerini karşılayacak yasal düzenlemeleri yapmasıyla münkün olacaktır.
Bu koşullarda yapılan 2002 parlemento seçimleri beklenmedik bir iktidar değişikliğine kapı aralamıştır. İttihatçı Cumhuriyet elitinin vesayetti altında tutulan iktidar, seçimler neticesinde el değiştirerek mütedeyyin-dindar kesimlerin eline geçti. Cumhuriyet elitinden üvey evlat muamelesi gören dindar İslami kesimler dünyadaki değişim ve dönüşüm ihtiyaçlarına uygun adımlar atarak, gerek yurttaşlarının, gerekse uluslararası güçlerin kaygılarını gidererek, iktidarını meşrulaştırdı. İzledikleri politikalarla T.C. tarihinde eşi benzeri görülmemiş sonuçlar yaratmayı başardılar. En azından faydacı nedenlerle yaşanan Devlet-Kürt çatışmasının sonlandırmanın ülkede yaşayan her kesime olumlu yansıyacağı inancıyla AKP-Erdoğan iktidarı, Kürt kimliği üzerindeki baskıları büyük ölçüde azalttı. Bu koşullarda yaşanan çatışmanın kalıcı bir barışa dönüşebilmesi için kendi Kürt yurttaşlarıyla barışmanın ve onun rızasına sahip bir yönetim anlayışı inşa etmenin önemini kavrayan AKP-Erdoğan iktidarı, vesayetçi asker-sivil kesimlerin tasfiyesinin verdiği cesaretle, “bedeli ne olursa olsun bu savaşı bitireceğim” diyerek adımlar atmaya başladı. Kuşkusuz, Kürtlerin alışılmış muamelenin dışında yeni bir dil ve muameleye layık görülmesi, nasyonallist-modernist Türk’ler arasında büyük tepkiye neden oldu. Kurgulanmış “Türklük” kimliğine tehdit olarak görülen gelişmeler, bu kesimlerce kitlelerin iktidara karşı mobilizasyonunda büyük bir olanak olarak görüldü.
Bu anlayışla başını ADD, İşçi (Nasyonalist) Partisi, MHP, Ülkü Ocakları ile bunların etki alanındaki insanların çektiği, iktidarca başlatılan barış sürecini halka anlatmak ve halkın samimi duygularını iktidara yansıtmak üzere oluşturulan ve içerisinde saygın isimlerin yer aldığı “Akil Adam”ların kitle çalışmalarını sabote etmek için, her yerde provakatif eylemler ve saldırılar başlattılar. Bu yapıların hitap ettiği endişeli modernist kesimler son birkaç aydır “neyin karşılığında barış”, “bunlara (Kürtlere) ne verdiniz”, “vatan elden gidiyor”, “ülkeyi parçalayacaklar” gibi yalanlarla kitleleri iktidara karşı daha da kuşkucu bir hale getirildiler. Bu kesimlere hitap eden yüksk tirajlı gazetelerin köşe yazarları “Türklük elden gidiyor, artık Türk olduğumuzu bile söylemeyeceğiz” gibi yalanlarla kitleleri kışkırtmaya kalkıştılar.
Cumhuriyetin yarattığı kişilik yapısı, verilen tekçi eğitim ile yoğun bir şekilde kitlelerce içselleştirilmiş ve kutsanmış bulunmaktadır. Esas olarak Kürtlerin ve Kürtlerin açtığı pencereden bir kısım islami kesimin ve sosyalistlerin bu kurguya itiraz etmeleri, aforoz edilerek cezalandırılmalarına sebep olmuştur. Gelinen noktada artık kurgulanan bu “Türk” kimliğinin sorgulanıp, bazı kesimlerin farklı kimlik sahpliğine kapı aralanması (İslam, Kürt, Arap, Çerkez, Laz vs) ve devletin kısmen de olsa bunu kabulü (Farklı dil ve lehçelerde radyo tv yayını, Üniversitelerde bu dillerle ilgili kürsüler kurulması vs) “Modern-Türk Ulus” kimliği içinde kendi kişiliğini, bir anlamda insanlığını eritmiş olan birçok okumuş, yazmış eğitimli insan açısından “tarihin sonu” olarak algılanmaktadır.
Böylesine hassas bir dönemden geçilirken İktidarın; gerek iç siyasette, gerekse dış siyaset konularında göstermiş olduğu ciddi zaaflar halk içinde, kendi muhaleflerine meşruiyet sağlayıp, güç kattığını görmekteyiz. Vesayetçi gurupların organize ettiği “Cumhuriyet Miting”leri hariç, hiçbir muhalif hareket son on yıl içerisinde böylesine büyük kitleyi mobilize etmeyi başaramamıştı.
Ancak AKP-Erdoğan iktidarı, iktidarlarşan İttihatçı pratikten dersler çıkarmamış olacak ki, aynı hataya düşerek “kendi suretinde” insan yaratma sevdasına düşmüş olduğunu görmekteyiz. Anlaşılan o ki, AKP-Erdoğan iktidarı ülke insanını “muteber bir mümin, ahirette cennetlik bir yurttaş” olarak kurgulamayı, “Allaha karşı son kulluk görevi” olarak görmekte ve buna uygun adımlar (Batı dünyasını ahlaksız olarak niteleyip, dindar nesiller yetiştirmeyi amaçlaması, okullarda dini eğitime yönelmesi, idari kadrolar İmam Hatip Okulu çıkışlılardan seçmesi, alkol içmeye hergün yeni bir sınırlama getirmesi.) atmaktadırlar. Hiç kuşkusuz “kendi suretinde” yeni bir “insan yaratma” çabası en fazla “hizmetkarı” olduğunu söylediği Anadolu insanına, onunlada kalmayarak bütün İslam alemine zarar verecek niteliktedir.
İşte bazılarının devrimle, en azından iktidar değişikliği ile sonuçlanacağını umduğu “Gezi Parkı Direnişi” tam da bu koşullarda ortaya çıkmıştır. Hiç kuşkusuz hepimiz gezi Parkı’nda başlayan eylemlerin vardığı noktanın, oradaki ağaçları korumakla ilgili olmadığını görmekteyiz.
Ancak çevreye duyarlı bir kısım vatandaşının, iktidarın Taksim Gezi Parkı’na, “Topçu Kışlası” inşa etme girişimine karşı çıkma çabası en doğal hakkıdır. Bu hakkı kulanmak isteyen insanların polis gücüyle; biber gazı, basınçlı su, yer yerde orantısız güç kullanarak bastırılma çabasının savunulacak hiç bir haklı yanı yoktur. AKP-Erdoğan’a iktidar kapısını aralayan olgulardan biri de, kendisinden önceki iktidar sahiplerinin yurttaşlarına karşı uyguladığı zulüm seviyesine ulaşmış; asker, polis şidetiydi. Tabi ki bu gün polisin uyguladığı orantısız gücü, “Gazi Mahalesi” olayında, Vedat Aydın’ın cenaze töreninde uygulanan şidet ve bu şidete bağlı onlarca insanın katledilmesiyle kıyaslamak olanaksızdır. O günkü militarist-ırkçı devleti, AKP-Erdoğan iktidarının çabalarıyla, Avrupa Birliğine Üye adayı olmuş, karakollarında insanların işkence görüp öldürülmediği bu devletle kıyaslamak elbetki olanaksızdır.
İktidarın izlediği ekonomi politikayla zenginleşen yurttaşlarımız, teknoloji ve iletişim devriminin olanaklarından daha fazla yararlanma olağına kavuştuğu bilinen bir grçektir. Fakat bu olanaklardan yararlanan ülke gençliğinin, küresel dünyanın bir parçası durumuna geldiği, çevre duyarlılığı kadar, demokrasi anlayışının gelişmesine paralel olarak, devletten beklentilerinin de değiştiği açıktır. Eğer AKP-Erdoğan iktidarı Türkiye’yi ve insanını barış ve refah içinde yaşatacaksa bu gençliğe kendisini anlatıp desteklerini kazanmak zorundadır. AKP-Erdoğan iktidarı, kendine yönelmiş muhalefeti bastırıp susturmak suretiyle varlığını sürdüremez. Bu tür yöntemlerle iktidarını sürdüreceğini zanneden Arap liderlerinin akibeti herkesçe malumdur. Eğer İktidar varlığını bir süre daha sürdürmek istiyorsa, sosyal medya üzerinden örgütlenip muhalefet yapan Türkiye’nin bu yenidünyalı kuşağıyla arasındaki sorunları mutlaka gidermelidir. Ortadoğu da başlayıp okyanus ötesine uzanan ve oradan bütün dünyaya yayılan kitle gösterileri nihayet bizim kıyılarada vurmuş bulunmaktadır. Bu durumu tersine çevirmek olanaksızdır. Doğru tututm bütün iktidarların bu yeni porotesto şekline kendilerini alıştırıp, demokrasinin bundan dersler çıkararak daha katılımcı hale getirilmesidir.
Gezi Parkı eylemleri sırasında, göstericiler arasına sızmış vesayetçi-militarist kesimler ile silahlı mücadeyle iktidarı ele geçireceğine inanan “sol” gurupların varlığını ve uyguladığı şidet içeren yöntemlerini gerekçe gösterip protestocuları ötekileştirmek, Türkiye barışı açısından büyük bir kayıp olacaktır. Eğer AKP-Erdoğan iktidarı Kürt barışını sağlamak için kendisine destek arıyorsa, hiç kuşkusu olmasın ki, “Mustafa Keser’in Askerleriyiz” diyen bu gençlerden daha iyisini zor bulacaktır. Ancak üzülerek görüyoruz ki, iktidar bu durumu kavrayamadığı için, bu gençliği “uluslararası koplonun” uzantısı olarak suçlayabilmiştir. Bu dille, bu kibirle, iktidar bırakın Kürtlerin haklarını tanıyıp onların gözünde meşru bir iktidar konumuna gelmeyi, Kürtler dışındaki diğer vatandaşların gözünde de, iktidarının meşruiyetini yitirebilir. Bu durumda seçimlerde oylarının çoğunu almanın iktidarda kalmak ve Türkiye’nin kangrenleşmiş sorunlarını çüzmenin olanaksız hale geleceği açıktır. Hiç kuşkusuz bu duruma en çok Türkiye’nin vesayetçi kesimleriyle devletin, Kürt yurtaşlarıyla arasındaki sorunlarını çözmeye karşı olan iç ve dış güçler sevinecektir.
Sayın Erdoğan’ın Devlet-Kürt çatışmasını sonlandırmak için yaptığı özverili çalışma, Anadolu’nun kadirşinas halklarınca takdirle karşılanmaktadır. Dünyanın barışsever halklarının ve insanlarının, aynı şekilde İslam aleminin sizlerden beklentisi; herkesi kucaklayacak yeni bir kimlik inşası değil, tam tersine tüm yurttaşlarına eşit mesafede, her tür kimliği “YARADANIN EMANETİ” olarak görüp, ona sahip çıkan ve onun güvenli biçimde varlığını sürdürmesine olanak sağlayan küresel ve bölgesel beklentilere cevap verecek örnek bir demokrasi inşa etmektir. Lütfen bu beklentileri boşa çıkarmayın. Unutmayın ki, “HER NEFİS ÖLÜMÜ TADACAKTIR.”
av.akadir@gmail.com
Yorum Yap